Savaşta deniz araç mıdır yoksa amaç mı?
By my on Oca 19, 2017 in Deniz Savaşı, Derin Savaş, Jeopolitik, Kitap Sohbeti, Savaş, Strateji
Denizcilerin düşman geminin güvertesine atlayıp kılıçla dövüştüğü 1600’lerin ahşap kalyon ve fırkateynlerden bu yana çok şey değişti. 5000 askerin görev yaptığı, sineması, hastahanesi ve spor salonu bulunan uçak gemilerinden kalkan uzaktan kumandalı insansız araçlar “düşman” diye ekrandaki renkli ışıkları vuruyor: Asker? Terörist? Okul ya da hastahane? Bir önemi yok. Menzil ve teknik ilerledikçe ölen ve öldüren arasındaki mesafe arttı. Daha 1ci dünya savaşından belliydi. Karada değil ama çoğu deniz savaşlarında görünmeyecek kadar uzaktaydı düşman. 2ci dünya savaşında mükemmelleştirilen radardan önce keşif uçakları ve casuslar vardı. Denizde savaşanlar için doğru bilgiye hızlı erişme kabiliyeti hayat ile ölüm arasındaki sınırı çoktan çizmeye başlamıştı bile. 21ci asırda binlerce km menzilli füzeler atabilen denizaltıların bir hedefi vurmak için düşman karasularına girmelerine hatta sudan çıkmalarına bile gerek yok. Ateşlenen füze onu suyun üzerine kadar taşıyan “motoru” satıhta bırakıp hava yolculuğu için gerekli sistemi ateşliyor.
Eğri kılıçtan balistik füzelere uzanan 4 asırlık dönüşümde hâlâ tek bir kavramdan bahsedercesine “deniz savaşı” veya “savaş gemisi” diyebilir miyiz? Denizde/ deniz için/ denize rağmen yapılan savaşların hepsini aynı kefeye koyabilir miyiz? Kürek ve yelkenle ilerleyen kalyonlardan kömürle buhar gücünün mümkün kıldığı zırhlılara, 1900’lerin başındaki dizel motorlu savaş gemilerinden nükleer denizaltılara uzanan yolun sabitleri nelerdir? Deniz savaşlarının tarihine bakarak bugünü nasıl anlayabiliriz?
“… Amerika’daki kolonileri kaybı bile Britanya’nın deniz gücünü azaltmadı çünkü Britanya bir zamanlar Fransa ve İspanya’nın olduğu gibi bir koloni imparatorluğu değil gerçek bir deniz imparatorluğuydu. İngilizlerin denizdeki gücü topraklarının genişliğine değil kontrol ettiği stratejik geçiş noktaları ve deniz yollarına dayanır …” (Deniz Gücünün Tarihe Etkisi, 1890)
Bu sözler Amerikalı Amiral Alfred thayer Mahan’a ait. Bir çok insan için bilmece gibi görünebilir. Çünkü genellikle tarih kitapları savaş sonuçlarını “filanca şehri alındı, falanca kaleyi kaybedildi” diye yazar. Bu karacı zihniyete göre savaşların amacı karada sabit pozisyonlar almaktan ibarettir: Dağlar, vadiler, ticaret yolları, altın vb madenler, verimli topraklar yahut Kudüs gibi manevî değeri olan beldeler. Askerlerin denizden geçmesi yahut nehirden yardım alması önemsiz ayrıntılar gibi görünür. Büyük nehirler orduların arkasına mevzilendiği doğal engellerdir. Ama karacı zihniyetteki tarihçi denizin kendisine askerî bir hedef gözüyle bakmaz. Kıbrıs, Sicilya veya Girit gibi adalar için yapılan savaşlarda bile denizden çok fazla bahsedilmez. Zira karacı gözüyle deniz bir araçtır; gerçek hedef ise ekilen, biçilen, üzerinde hayvan otlatılan, ev yapılan, mezar kazılan ve uğrunda ölünen toprak…
Oysa bugün dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa’nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini boğabilecek bir güce sahip. Kısacası karacı zihniyetteki tarihçiler yüzünden ıskaladığımız jeopolitik bir eksen var: Deniz yollarının kontrolü! Karacı tarihçilerin dayattıkları kirli gözlük hem geçmişi hem de bugünü görmeye engel.
Amerikan saldırganlığının kökleri İngiliz’in çaresizliğine uzanır
Evet… Müellifimiz Mahan 1860’lardaki Amerikan İç Savaşı’na katılmış ve güneylileri denizden ablukaya alan donanmada görev yapmış bir subay. Deniz Gücünün Tarihe Etkisi adlı kitabında 1660-1783 yılları arasında deniz savaşlarını incelemiş ve denizin sadece askerî değil ekonomik ve politik yönlerini de araştırmış: İngilizlerin ticarî ve endüstriyel yükselişi, Fransa, Hollanda ve İspanya’nın sömürge savaşları… Fakat Mahan’ın meseleye en önemli katkısı taktik analizler değil denizi jeopolitiğin merkezine alması. Nedir?
Az önce bahsettiğimiz “karacı zihniyet” yerine denizci zihniyet koyarsak ne olur? Kara yollarına, şehir ve kalelere dayalı askerî vizyon nasıl dönüşür? Bu dönüşümün siyaset ve ekonomiye etkisi nasıl olur? Karacı ve denizci milletler aynı eko-politik sistemleri paylaşabilirler mi? Bu sorulara cevap verebilmek için amiralin Florida kumsalındaki izlerine basarak yürüyelim bir müddet:
“… Politik ve sosyal açıdan bakıldığında deniz büyük bir cadde, daha doğrusu herkesin her yöne gidebileceği ve kimseye ait olmayan bir meydan gibidir. Fakat bazı güzergâhlar sürekli tercih edilir ve bunlara ‘ticaret yolu’ denir. Tehlikelerine rağmen denizde seyahat karadakine kıyasla daima daha ucuz ve kolay olmuştur. Hollanda’nın ekonomik gücü denize erişmesi yanında ülke içinde uzayıp giden kanalların sayesinde de gelişmiştir …”
Denizci vizyonunda elbette limanlar, boğazlar ve önemli deniz yollarını kontrol edebilecek stratejik noktalardaki adalar önem kazanır. 1600’lerde hüküm süren karacı bir devlet için askerlerin ve atların yiyeceğini temin edecek geniş verimli topraklar iktidarın hayat sigortasıydı. Aynı dönemde, İngilizler gibi köşeye sıkışmış bir ülkenin ise böyle bir lüksü yoktu. İngilizler ihtiyaç duydukları şeylerin çoğunu ticaretle elde etmek zorundaydılar. Ancak değiş-tokuş edebilecekleri nadir metalleri veya baharatları yoktu ve Hindistan, Çin gibi kaliteli kumaş, porselen vb üretmeyi de beceremiyorlardı.
Bu bakımdan 1600’lerin Britanya’sı bugünlerin ABD’ne benzer. Dış ticareti açık veren ABD ekonomik artı değer üreten karacı ülkeleri tehdit edip petrol, dolar ve altını kullanarak haraca keser. (Bkz. Petro-dolar sistemi) Tabi Japonya meselâ Çin kadar “karacı” sayılmaz ama 2ci dünya savaşından sonra dişleri sökülen bu ejderha ABD eliyle formatlandı. ABD koruması(!) altına alınarak Pasifik’te bir tehdit olmaktan çıkarılan Japonya, ekonomisi, savunması ve istihbaratıyla ABD güdümüne alındı, petro-dolar çiftliğinde sütlü bir inek haline getirildi.
Evet, İngilizlerin çaresizliği ile Amerikalıların açgözlülüğünün denizdeki neticeleri arasındaki benzerliğe dikkat çekmiştik az önce. Bu benzerlik sadece dış taarruzlar veya ekonomik rekabetle sınırlı değil. 1600’lerin Britanyası Türk ve Cezayirli korsanları iyi tanıyordu. Baltimore, Devon, Cornwall bölgelerinde yakalanan binlerce İngiliz Kuzey Afrika’da köle olarak satıldı. Fakat Türk korsanların şöhretinin İzlanda’nın Berufjörður bölgesine kadar yayılmasına bakılırsa Kuzey Britanya’nın da kendisini pek güvende hissetmediği tahmin edilebilir. Bu devirden asırlar sonra bile Kraliyet donanması için yazılan methiyelerde “İngilizler bir daha asla köle olmayacak” denilmesi bu olayların içtimaî hafızada bıraktığı izleri anlamak için yeterlidir sanırız.
Tabi İngilizlerin tek derdi Türkler değildi. Farklı asırlarda Roma imparatorluğu, Vikingler, Fransızlar ve nihayet 2ci Dünya Savaşı’nda Almanlar Britanya için sürekli dış tehdit teşkil ettiler. İngilizler istila edilmekten korktular ama bir diğer kâbusları da abluka altına alınıp aç bırakılmak yahut ticaretin aksamasıyla gelebilecek bir sefaletti. Bütün bu tehdit algısına verebilecekleri yegâne cevap ise daha güçlü bir donanmaydı. Bir doktrin haline gelen en güçlü iki düşman ülkenin toplam gemisinden daha fazla gemi yapmak saplantısı uzun müddet Londra’nın sabitlerinden biriydi. Fakat sadece sayı üstünlüğünün yetmeyeceğini de biliyorlardı. Teknolojide liderlik de İngilizler için bir devlet politikası oldu. Meselâ:
- Daha iyi yelken, harita, sekstant, pusula…
- Uzun menzilli toplar,
- Patlayıcı mermiler,
- Ahşap gövdeyi kaplayan bakır levhalar sayesinde hızlı manevra yapabilen gemiler,
Başka milletlerin icadı olsa bile İngilizler karşılaştıkları her yeniliği hızla donanmaya dâhil ettiler. Bir yandan teknoloji yarışı, diğer yandan sayı üstünlüğü sebebiyle nüfusun önemli bir kısmı donanma için çalışıyordu ve bu durum en az 4 asır sürdü. Zira savaş gemileri kadar ticaret gemilerinin de insana ihtiyacı vardı. Yelkenin terk edildiği buhar devrine kadar hükümet halk içinden defalarca zorla denizci topladı.
Denizcilik, kapitalizm ve yağmacılık
İnsanların yoğun biçimde asker/denizci olarak görev yapmasının ekonomi ve endüstriye daha kapitalist bir şekil verdiğini söylemek de zannederiz pek yanlış olmaz. Nedir bu “kapitalist” şekil?
- İşçi emeğiyle üretilen ama bir kere üretildikten sonra emek ihtiyacını azaltan makine, bina, yol vs,
- Usta/uzman gerektiren işleri vasıfsız işçilerin hatta çocukların yapabileceği küçük parçalara bölme,
- Devletin elinde kaynak yokken savaş amaçlı borçlanmayı, rant ödemeyi ve zarar eden tüccarları sigortalamayı mümkün kılan bir finansal sistem ve spekülasyon,
- Bürokrasiden çok daha hızlı ve doğru karar verebilen, kendi kârına ve üretimine odaklı bir endüstriyel burjuva sınıfı,
- Endüstrinin bina ve makine gibi kapital ihtiyaçlarına cevap verebilecek, devlet bürokrasisinden bağımsız bir bankacılık sistemi.
Yani denilebilir ki İngilizlerin mecbur oldukları savaş tarzı sosyal, ekonomik ve siyasî hayata şekil verirken “ilkel kapitalizm” diyebileceğimiz bu yeni toplum şekli savaşın amaçlarına hatta devlet stratejisine yön vermeye başladı. Zira İngiliz donanmasının ağır kayıplar verdiği savaşlardan sonra devlet “savaş bonosu” diyebileceğimiz bir sistemle halktan para topluyor ve borç verenlere yüksek rantlar vaad ediyordu. Bu vaadlerin gerçekleştirilebilmesi için donanma kısa vadede kâr getiren savaşlar yapmak zorundaydı. Yani kıtalara yayılan kara imparatorluklarının aksine bir deniz gücü olan Britanya ordusu geniş toprakları ele geçirme peşinde değildi, olamazdı da. Afrika kıyılarını yahut İspanyol, Fransız, Hollandalı zengin ticaret gemilerini yağmalayıp Londra’ya altın, ipek, baharat, şeker, kahve getirmek çok daha ilginçti. Çünkü geniş topraklar ele geçirseler bu topraklarda üretim yapmak ve ürettiklerini satmak zorunda kalacaklardı. Bir kara devleti gibi bu üretimi ve ticareti korumak ise İngilizler için imkânsızdı. Zaten hazır üretilmiş mallar denizde gezerken dünyanın en güçlü donanmasına sahip bir ülke neden kahve veya şeker üretmekle yahut altın madeni işletmekle uğraşsındı?
Netice
Kısacası Britanya’nın denizcilik tarihi hırsızlığın, yağmacılığın ve korsanlığın kurumsallaşma ve saygınlık kazanma tarihidir. İngilizler üretmek yerine başkalarının ürettiklerine el koymayı daima tercih etmişler. Bunu dünya çapında gerçekleştirmek için önemli limanları ve boğazları ellerinde tutmuşlar. Bugünkü mekanizma daha karmaşık olmakla beraber Britanya’nın bıraktığı boşluğu ABD’nin doldurduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.
Her iki durumda da yani gerek eski Britanya gerekse bugünkü ABD’ye baktığımızda devletin ve halkın “sahibi” gibi davranan bir oligarşi görüyoruz. Silah, finans, enerji, gıda… Stratejik sektörleri teşkil eden 40 firma bütün ülkeye hâkimdir. Bu hâkim sınıf şüphesiz 4 asırlık deniz savaşlarının doğurduğu kapitalist mirasın devamıdır. Tershane patronlarının, kereste ithal eden tüccarların, donanmaya ip ve metal aksam üreten küçük burjuvanın önce atölyelere, sonra fabrikalara dönüşmesi ve bugün nihayet “finansal burjuva” diyebileceğimiz bir sınıfın endüstriyi de tahakküm altına alması gözden kaçmamalı.
“Karacı” devletler diyebileceğimiz otoriteler ise kapitali dizginlemeye çalışmışlar ve büyük ölçüde de başarılı olmuşlar. Osmanlı, Fransa Krallığı, Avusturya-Macaristan, Prusya gibi imparatorluklarda mülkiyetin ve sermaye birikiminin hassasiyetle takip edildiğine tanık oluruz. Biraz hızlı söylemek istersek denizci devletlerde piyasa bürokrasiye hâkim olurken karacı devletlerde bürokrasi sermayeye tahakküm kuruyor.
Elbette Avrupa’nın iktisadî tarihini tartışmak yahut siyasî ideolojileri karşılaştırmak bu makalenin menzilini aşar. Ancak denizle gelen tehdit ve fırsatların hem toplumu hem de devleti dönüştürdüğünü ve bu dönüşümün motorunun savaş ve ekonomi olduğunu iddia etmek isteriz. Sermaye ve “meşru” devlet otoritesi birbirine ihtiyaç duyan düşman kardeşlerdir ve daima mücadele içindedir. Denize açılan coğrafyalarda sermayeci aktörler ulusların ve imparatorların iradesini by-pass edebilir yani uluslar-üstü işbirliği yapma imkânı bulurlar. Bu sebeple Britanya gibi ülkelerin yönetimleri sermayenin nazını çeker. Aksi takdirde aynı geminin, kaptanın, tüccarın Hollanda veya Osmanlı bayrağı altında savaşmaya başlaması çok kolay.
Hiç şüphesiz burjuvaya, endüstri patronlarına ve nihayet “finansal burjuva” dediğimiz sınıfa bu fırsatı veren deniz, tüccarlar nezdinde evvelâ imparatorlukları ve bugün ulus-devletleri rekabete sokmuştur. Somut şekilde örneklersek… 2ci dünya savaşında Almanlara silah satan Amerikan firmalarına ABD hükümetinin ceza dahi vermekten aciz oluşu hatırlanabilir. Günümüzde ise renksiz-kokusuz paranın patronları GATT, WTO, TIPP/TPP üzerinden ulus-devletleri rekabete sokup egemenlik transferi yapmaktalar. Yani ulus-devletler ile şirketler, iş adamlarının hâkim/savcı rolü oynadığı ticaret mahkemelerinde davalı/davacı seviyesinde bulunmayı kabul ettiler. Bu denizci vizyonun karacı vizyon üzerine çok açık bir zaferidir ve insanlığın geleceğine şekil verecektir.
Bu konuda tavsiye kitaplar:
Not: Gelecek bölümde Amiral Alfred Thayer Mahan’ın okyanus ve dünya hâkimiyeti doktrini, Roosevelt ile olan ilişkisi, ABD’nin dış politikası ve Avrasya meselesini konuşacağız.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 75 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesiveSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
4cü sürümle eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:Notdefteri Tarih: Mar 27, 2017 | Reply
Lisans ve Y.Lisansını tarih üzerine tamamlamış biri olarak profesörlerin satırlarında alamadığımız lezzeti alıyoruz yazılarınızda. Özellikle tarihsel ve sosyo-ekonomik tespitleriniz araştırma merakını cezbediyor. Sorum şu: İngilizler sadece denize odaklı bir millet mi? yoksa toplumların siyasi, kültürel, ekonomik zaafları üzerine memleketinde fakülteler kurup zayıflıklarını kullanan jeopolitik ve siyasi hamlelerle denizlerde hakim olmanın yollarını arayan bir millet mi? İngilizlerin siyasette[masada] başarılı olduklarını düşünüyor musunuz? neden lawrencelar başka bir ülkeden çıkmıyor da ingiltereden çıkıyor. Teşekküler..
—————————–
Türkiye Ekonomi Bakanlığının Resmi Sitesindeki verilere göre:
İngiltere ekonomisi dünyanın en büyük dördüncü ekonomisidir. Avrupa Ekonomik Topluluğu üyesi olan ülke, dış ticaretinin önemli bir kısmını AET ve ABD ile yapar. İngiltere 60 milyon’un üzerinde bir nüfusa, 2003 yılı verilerine göre 1.666 milyar $’lık bir milli gelire sahiptir.
Yabancı yatırımcılara dünyanın en cazip vergi politikalarından birini uygulayan İngiltere, doğrudan yapılan yabancı yatırımları sıralamasında dünya ikincisidir. Ortalama 30 milyon işgücü nüfusa sahip İngiltere’de işgücü maliyetleri AB ülkelerine göre düşüktür. Enflasyon oranı ve işsizlik oranı da AB ülkeleri ortalamasına göre düşüktür.
Denizcilik İngiltere’nin tarihinde olduğe gibi günümüz modern yaşamında da önemli yer tutar. Dünyada en geniş deniz ticaret filolarından birine sahiptir. İngilter deniz ticaret filou dünyadaki gemilerin % 10’una sahiptir. Aynı zamanda balıkçılık sanayi uluslararası arenada önemli bir yere sahiptir.
Uluslararsı ticarette 5’inci sırada olan İngiltere’nin 2000 yılında ihracatı 1 186 milyar Sterline, ithalatı da 220,3 Sterline yükselmiştir.Türkiye’nin en fazla ithalat yaptığı 7. ülkedir. İki ülke arasındaki dış ticaret hacmi yaklaşık 10 Milyar dolar civarındadır.