Mahan’ın “Sea Power” tezi taktik mi yoksa stratejik mi?
By my on Şub 10, 2017 in Deniz Savaşı, Derin Savaş, Jeopolitik, Strateji
“… Deniz Britanya için bir gereklilik, Almanya için ise bir lükstür. Bizim için varoluş mücadelesi olan deniz hâkimiyeti Almanlar için emperyalizmin aracıdır. Donanmamız ne kadar büyük ve güçlü olursa olsun karalar üzerinde en ufak bir köyü bile tehdit edemeyiz. Fakat biz deniz gücümüzü kaybedersek ırkımızın ve imparatorluğumuzun bütün kaderi, asırlardır fedakârlık ve zaferlerle biriktirdiğimiz hazineler süpürülür gider. Almanya ise tek bir savaş gemisi yokken bile bütün dünyada saygı gören şerefli bir güçtü …”
Acıklı olduğu kadar abartı ve yalan dolu bu sözler Winston Churchill’e ait. Bahriye nazırı olduğu sırada yaptığı 1912 tarihli bir konuşmasından. Bu ifadelere dünya görüşümüzü tahakküm altına almış olan modern ulus-devlet tasavvurunun dar penceresinden bakarsak sadece Almanya’nın denizde güçlenmesini istemeyen bir İngiliz görürüz. Oysa gerçek bu perdenin arkasında. (Bkz. Savaşta deniz araç mıdır yoksa amaç mı?)
Amiral Alfred Thayer Mahan’ı yeniden okumak…
Amiral Alfred Thayer Mahan’ın okyanus ve dünya hâkimiyeti doktrini, Roosevelt ile olan ilişkisi, ABD’nin hâlen cari olan dış politikası ve Atlantikçilerin Avrasya vizyonunu anlamak için bu perdeyi aralamak, son 4 asırdır jeopolitik tasavvura şekil veren denizci perspektifinden bakmak gerek. Nedir? “Sea Power”. Mahan’ın ismiyle neredeyse eş anlamlı olmuş bir jeopolitik terim. Tabi amiralin kitaplarını okumamış biri “deniz gücü” ifadesini tamamen taktik zannedebilir. Yani gemilerin sayısı, seyir ve savaş menzilleri, ateş gücü, zırhların kalınlığı… Oysa Mahan’ın kastettiği çok farklı bir şey: Deniz savaşlarını tarihi açıdan değerlendirmekle yetinen askerî uzmanların aksine coğrafî, endüstriyel, ekonomik hatta sosyolojik veçhelerini işin içine dâhil etmiş. Elbette bu fikir eksenlerinin tamamını sonuna kadar değerlendirmek bir subayın boyunu fazlasıyla aşardı. Son tahlilde Mahan’ın bir filozof, sosyolog yahut tarihçi değil asker olduğunu hatırlatalım ve daima meselelerin tatbikî boyutunu irdelemekle yetindiğini belirtelim. Ancak sosyal bilimleri derinlemesine incelememiş olsa bile nazarlarımızı bu noktalara celb etmiş olması kayda değer:
“… Güçlü devletlerin denizle ilgili her projesi diplomasiyi ve ulusal kaynakların sınırlarını dikkate almalıdır. Bunu yapmayan devletler kaygan bir zeminde ilerlemeyi göze almış demektir. Dış politika ve strateji birbirlerine koparılması mümkün olmayan bir güçle bağlanmıştır …” (Naval Strategy: Compared and Contrasted with the Principles and Practice of Military Operations on Land, 1911)
Mahan 1861-1865 Amerikan İç Savaşı’nda muvazzaf subayken ABD bir deniz gücü değildi. Bir makalesinde söylediği gibi ABD savaş gemileri kıyıdan fazla uzaklaşamayan kara kuşlarına benziyordu. Hem Panama kanalının açılması hem de Atlantik ve Pasifik okyanuslarındaki gerginlikler ABD için tehditler ve fırsatlar oluşturacaktı. Mahan’ın doktrinleştirdiği “sea power” mefhumu işte bu çerçevede değerlendirilmeli. (Bkz. Denizlere hâkim olanlar neden dünyaya hâkim oldular?)
Denizin gücü askerî güçle sınırlı değildir
Karacı vizyonla okuduğumuzda “Deniz Gücü” veya “Bahriye Kuvveti” ifadeleri silahlı güçlerin deniz sayesinde elde edebileceği üstünlükleri getiriyor akla. Bu avantajlarla karacıların nihaî hedefi olan şehirler, kaleler, verimli topraklar, hammadde kaynakları vb ele geçirilebilir yahut dış tehditlerden korunabilir. Oysa taktik zaviyenin üzerine çıkamayan bu karacı bakış açısı denizci vizyona kıyasla çok dar ve kısa menzilli. Burada söz konusu olan Mahan’dan çok önce, daha 1600’lerde İngilizlerin herkesten önce anlamaya başladığı ve adına “deniz stratejisi” diyebileceğimiz, ticarî, endüstriyel, sosyolojik, siyasî veçheleri haiz küresel bir vizyon.
Bu vizyonu belki de en iyi şekilde tahlil etmiş teorisyen olan Amiral Mahan’ın tezini somut şekilde ifade etmek istersek savaş ve ordu dışındaki unsurlarla başlamak gerek. Zira ordunun ihtiyacı olan finansal, endüstriyel ve teknik desteğin kaynağı bu sivil güç. Bir başka deyişle savaşma kabiliyeti yüksek bir donanma ve/veya kara ordusu için para gerekli ama yeterli değil. Üstün teknolojisiyle düşmandan önde olmak gerekli ama bu da yeterli değil. Bu ikisini birleştirebilecek endüstriyel ve lojistik iki üstünlük daha lâzım. Yani cephede kaybedilen gemi, tank, uçak vb hızla yeniden üretecek bir endüstri ve üretilen silahları savaşılan noktalara hızla ulaştıracak bir lojistik. Denizdeki lojistik gücün kara savaşı üzerine etkisine bir örnek vermek icab ederse… Normandiya çıkarmasından sonra Alman Tiger ve Panther tankları ile Amerikan M4 Sherman tankları karşı karşıya geldiler. Manevra kabiliyeti, ateş gücü, zırh direnci, sürat, tırmanma hızı gibi bütün parametrelerde Alman tankları çok daha üstündü. Fakat Almanya’daki fabrikaların %75’i yıkılmıştı. Yollar ve köprüler de bombardıman altındaydı. Bu sebeple Almanlar hem az üretiyorlar hem de üretilen tankları cepheye sevk edemiyorlardı. ABD için durum tam tersiydi. Britanya’da stokladıkları tankları hızla Fransa’ya geçirebiliyorlardı. ABD savaş boyunca 50.000 Sherman tankı üretti. Bu, Almanların bütün modellerde ürettikleri tankların toplamından fazlaydı. Kısacası ABD’nin Normandiya-Berlin hattındaki zaferi strateji veya kahramanlıktan çok endüstriyel, ekonomik ve lojistik bir zaferdir. Amerikan endüstrisinin ve lojistik mühendisliğinin gücü Almanların bilimsel ve teknolojik üstünlüğünü yenmiştir.
Deniz yolu neden karaya göre bu kadar avantajlı? Çünkü deniz yoluyla taşıma karaya kıyasla çok daha ucuz. Garip olan şu ki son 4 asırda taşıma teknolojisi çok gelişti ama bu fark kapanmadı. Meselâ buhar makinesinin icadı hem buharlı trenin hem de buharlı geminin önünü açtı. Geçmişte yelkenli gemilerin rakibi atlar ve develerden oluşan kervanlardı. Bugün binlerce konteynır taşıyan yük gemileri kamyon ve trenlerle rekabet ediyor. Ton başına maliyete bakıldığında fark büyük. Tabi geminin lojistik üstünlüğü mutlak değil. Meselâ limanların demiryollarına entegre olması, gemilerin büyüklüğü, karadaki şehirlerin yakınlığı ve ticarî cazibesi çok önemli parametreler. Avrupa gibi yoğun bir coğrafyaya bakarsak bir milyonun üzerinde nüfusu olan yüzlerce şehrin sadece 50-100 km ile ayrıldığını görürüz. Böylesi yoğun bir ekonomik örgü elbette kara taşımacılığını cazip hale getirir. (Kaldı ki Avrupa’nın endüstriyel gelişmesinde nehir taşımacılığı denizle entegrasyonu kolaylaştıran temel bir ögedir.) Fakat Londra ve New York’u, haliyle Atlantik okyanusunu merkeze alan bir vizyonda işler tersine döner. Deniz yolları ve limanlar merkez, son kilometreleri yapan kara taşımacılığı da periferi/banliyö durumuna düşer. Aynı şekilde Pasifik okyanusunu merkeze alırsanız bu defa ekonomik hayat Los Angeles, Tokyo, Şangay, Malaka, Panama, Sidney gibi şehirlerde yani birbirinden okyanusla ayrılan ekonomik noktalarda yoğunlaşır. Tahakküm hammadde kaynakları veya üretim noktalarıyla değil yine liman, kanal, boğaz gibi stratejik noktaları elde tutmakla olur.
Sea Power neden taktik değil stratejik bir mefhumdur?
Mahancı mânâda deniz gücünün savaşan unsurların askerî gücüyle sınırlı olmadığını söylemiştik. Peki amiralimiz bu gücü nasıl tanımlar? Ve bu tanım bugünkü jeopolitik için hâlâ geçerli midir?
Evet… Amiral Alfred Thayer Mahan’a göre deniz gücü şu eksenlerde değerlendirilmeli:
- Ülkenin konumu: Kıyıların uzunluğu, Cebelitarık gibi stratejik noktalara sahip olmak, Romanya gibi Karadeniz’e sıkışmak yahut Portekiz gibi doğrudan Atlantik’e erişmek… Bunların hepsi önemli. Ancak avantaj gibi görünen bazı coğrafî özellikler dezavantaj da olabilir. Mahan’a göre Fransa’nın hem kara hem de deniz sınırlarının uzunluğu bir ada-ülke olan Britanya’ya kıyasla dezavantajdır. Zira Fransa askerî harcamaları donanma ile kara ordusu arasında bölmek zorundadır. Dahası hem Atlantik hem de Akdeniz’de kıyılarının bulunması avantaj gibi görünebilir ama bu durum iki donanma bulundurmayı mecbur kılar. Cebelitarık’ın düşman eline geçmesi ise donanmanın manevra kabiliyetini zayıflatır. Yine Mahan’a göre ABD’nin Pasifik ve Atlantik’te kıyıları olması buna benzer bir duruma gebedir. (Not: Mahan hayatta iken Panama kanalı yeni açılıyordu) Coğrafya gerçekten kader midir? Bu yorumlar eşliğinde bir kez daha sorgulanmalı. Peki bugün için de bu kaygılar geçerli midir? Büyük ölçüde evet. C-130 gibi askerî nakliye uçaklarıyla eskiden gemilerin taşığı yükleri havadan taşımak hatta istenilen bölgeye paraşütle tank indirmek dahi mümkün ama düşman hava sahasını kullanmak kolay değil. Zaten hava lojistiğinin maliyeti ve frekansı gemiyle yarışamaz. Denizle desteklenmeyen hava harekatları istisnaî, “nokta atış” denebilecek hamlelerdir: Rehine kurtarmak, bir radar/füze üssünü imha etmek vs.
- Ülkenin coğrafî özellikleri: Mahan bu veçheyi coğrafî konumdan ayırmış. Verimli toprakların ve bol gıdanın bulunmasını deniz gücünün gelişmesine bir engel olarak görüyor. “Deniz olmasaydı Britanya sürünürdü ama Hollanda ölürdü” demiş! Mahan’a göre Fransa ılımlı iklimi, verimli toprakları ve ürün bolluğu sebebiyle denizcilikte Britanya kadar ilerleyememiş. Bugün için bu ölçüt geçerli midir? Petrol zengini ülkelerde endüstrinin geri kalması üzerine düşünülebilir. Tabi Arap ülkelerinde sömürgeci güçlerin etkisi ihmal edilemez ama Rusya ve İran için petrolden gelen kolay paranın zararı aşikâr. Her iki ülkenin de dış gelirinin %80’i petrol ve petrol ürünleri. Bu gelirin kontrolüyle bürokrasi ülke içindeki sermaye birikimini de kontrol ediyor. Ancak güdük kalan endüstrisi yüzünden ithalata fazlasıyla gebe olan söz konusu iki ülke ambargo karşısında felç oluyor. 2000’li yıllarda İran’ın yedek parça eksikliği yüzünden rafinerilerinin işlemez hâle gelmesi ve benzin ithal etmek zorunda kalması son derecede manidar. İster 1600’lerin verimli toprakları isterse bugünün petrolü olsun kolay para hem halkı hem de devleti teknik bakımdan zayıflatabiliyor. Bu teknik ve endüstriyel zayıflık denizciliğin geri kalmasına yol açabilir. Rusya elbette teknolojik olarak ABD’nin çok gerisinde değil ancak konvansiyonel silahlarla savaşmak üzere iki ülke karşı karşıya gelse ABD’nin endüstriyel üretim kapasitesinin Rusları geride bırakacağını tahmin edebiliriz. Oysa tek tek ele alındığında taktik av uçakları, füze ve radar sistemleri gibi birçok Rus silahı eşdeğeri ABD silahından teknik olarak üstündür.
- Nüfus: Mahan nüfus çokluğundan değil denizci olarak kullanılabilecek adam sayısından bahsediyor. (Britanya tarihinde sık sık halktan zorla adam toplanmış, bu insanlar savaş ve ticaret gemilerinde kullanılmıştır.) Amiral geçim kaynaklarının sınırlı olması sebebiyle Britanya’nın denizciliğe mecbur kaldığını ve zengin toprakları olan Fransa’dan daha ileri gitmesinin sebebinin bu olduğunu savunmuş. Tabi o günkü şartlarda yelkenli bir savaş gemisinin yelkenleri açıp kapatabilmesi, güverte savaşlarında elde kılıç savaşabilmeleri vs insan gücüne dayalıydı. Ticaret gemileri de çok sayıda denizciye ihtiyaç duyuyordu. Bugün 20 kişilik bir mürettebat dünyanın en büyük petrol tankerlerini ve binlerce konteynır taşıyan yük gemilerini okyanusların ötesine götürebiliyor. Savaş gemileri için de insan ihtiyacı büyük ölçüde azaldı. Elektronik sistemlerle kontrol edilen füze ve dronlar en azından düşük nitelikli asker ihtiyacını çok düşürdü. (Bkz. Modern savaşlarda neden insan değersizleşiyor?) Mahan’ın 1800’lerin şartlarında belirlediği bu ölçütün bugün yüksek nitelikli insan ihtiyacına dönüştüğünü söyleyebiliriz. Hatta bu insanların cephede değil tasarım ve üretim hatlarında istihdam edildiği de bir gerçek.
- Hükümet vizyonu: Mahan bu maddede karacı-denizci vizyonlarına değiniyor. Bütün deniz gücüne rağmen İspanya’nın hammadde odaklı karacı vizyona sahip olması ve buna mukabil Britanya’nın liman, stratejik adalar ve deniz yollarına odaklanmasının altını çizmiş. Gerçekten de Güney Amerika ve Karayiplerde çatışan bu iki imparatorluğun stratejileri arasında önemli farklar var. İspanyollar önceleri altın gibi değerli madenlerin çıkarıldığı yerleri, daha sonra ise kahve, kakao, şeker kamışı yetiştirilebilecek verimli toprakları ele geçirmeye çalıştılar. Denizden çok içeride şehirler kurdular. Bu karacı vizyon hiçbir zaman Britanya’ya nüfuz etmedi. Peki bugün için ne söylenebilir? ABD, Britanya ve bir nebze Fransa’nın denize açılan noktaları, kritik limanları, Süveyş ve Panama gibi kanalları ellerinde tutukları bir gerçek. Fakat bunun yanında “karacı” ülkeler diyebileceğimiz Rusya ve Çin’in denize açılan her projesine de müdahale ediyorlar. Rusya’nın önü Ukrayna, Baltık ve Suriye’de kesiliyor; Pekin ise Japonya’daki ABD üsleri ve Tayvan’a ek olarak petrol ve deniz ticareti ablukası altında: Sudan’dan gelen petrolünün geçtiği Yemen ile ülkenin Hint Okyanusu’na açılan enerji-ticaret kapıları Pakistan ve Arakan terör vb yollarla kapatılıyor:
Amiral Alfred Thayer Mahan’ın yazdığı kitaplardan birkaç tavsiye
- The Influence of Sea Power Upon History (1890)
- The Future in Relation To American Naval Power, Harper’s New Monthly Magazine, Oct 1895
- The Problem of Asia and Its Effect Upon International Policies (1900)
- Lessons of the War with Spain, and Other Articles (1899)
- Naval Strategy: Compared and Contrasted with the Principles and Practice of Military Operations on Land (1911)
(Devam edecek)
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 76 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler: Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
4 Trackback(s)