Okyanus jeopolitiğinde sabitler ve yeni kartlar
By my on Şub 20, 2017 in Amerikan Saldırganlığı, Deniz Savaşı, Derin Savaş, Jeopolitik, Strateji
Deniz savaşlarına ayırdığımız son birkaç bölümde donanmanın ülke ekonomisinden ve finansal gücünden bağımsız düşünülemeyeceğini söylemiştik. Bu bağlamda okyanusları, limanları, boğazları ve stratejik adaların kontrolünü jeopolitiğin merkezine yerleştiren İngilizler ile Amerikalılar birbirlerine benzerler. Çünkü bu iki devlet Almanya, Rusya, Çin ve Türkiye gibi ürettiğini satarak değil başkalarının ürettiklerine el koyarak işleyen bir ekonomik modelle ayakta dururlar. Bir başka deyişle Amerikan saldırganlığı özünde İngiliz saldırganlığının devamıdır. Biz bu saldırganlığın genetik kodlarını anlamak için geçen bölümlerde olduğu gibi bu bölümde de Amiral Alfred Thayer Mahan’ın kitap ve makalelerinden istifade edeceğiz.
Elinde çekiç olan her şeyi çivi gibi görür
Mahan’ın teorilerini geliştirdiği dönem 1800’lerin ikinci yarısı. Fakat ABD’nin o zamanlar bugünkü kadar büyük bir donanması yok ve bugünkü gibi saldırgan da değil. “Normal” diyeceksiniz, saldırmak için zaten ordusu yok. Doğru, ABD dış politikasına o yıllarda “Monroe doktrini” hâkim. Daha çok içe kapanık, Avrupa’nın iç işlerine ve sömürge savaşlarına katılmayı reddeden ABD Başkanı James Monroe’nin, 2 Aralık 1823’te kongreye sunduğu ilkeler manzumesi bu. Mahan ise tam tersini düşünüyor:
“… Milletlerin büyük ailesine dâhil olduk, bu sorumluluğu üstlenmeliyiz […] ABD limanlarının savunmasını arttırmalı, düşmanın ele geçiremeyeceği hale getirmelidir. […] ABD caydırıcı taarruz gücüne sahip bir donanma inşaa etmelidir. San Fransisco kıyılarından 3000 deniz mili mesafeye kadar bir güvenli bölge oluşturulmalıdır ki Karayip Denizi’ndeki gibi Avrupalı güçler bizim limanlarımızı kullanabilecek duruma gelmesinler. […] Hawaii’deki yönetimin ABD’ye bağlanma isteğini kabul etmeliyiz zira biz bunu yapmazsak başka güçler yapacaktır…” (The Interest of America in Sea Power, Present and Future, 1897)
Monroe doktrininden net bir kopma arz eden bu bakışı bir parça tahlil edelim. Evvelâ Amerikan emperyalizmini teşvik eden Mahan yalnız değil. Meselâ Hawaii krallığın ABD’li iş adamlarınca kaosa itildiğini, uyduruk bir hükümetin ABD’ye ilhak için başvurduğunu belirtelim. Yani sömürgeciliğe karşı mücadeleden doğmuş olan ABD, iş adamlarının ve yatırımların güvenliğini bahane ederek sömürgecilik yapmaya başlamış bile. İkinci önemli nokta 3000 mil. Savaş gemilerinin gerek yakıt gerekse yiyecek, su tedariki bakımından bu büyüklükteki bir sahada hareket edebilmesi mümkün olmasaydı Mahan bunu tavsiye edemezdi. Yelken ve kömürün birlikte kullanıldığı yıllarda olsak da kömür tedariki yapılabilen limanlar sayesinde gemilerin menzili artmaya başlamıştı. Dahası petrolün gelişiyle hareket menzili 2 ila 4 kat artacaktı. Dolayısıyla ABD’nin kontrol altına almadığı yerlerin Japon, Fransız, Britanya ve İspanyol donanmalarınca kontrol edileceği aşikârdı.
Endüstrileşen savaş
Başkalarının muhtemel saldırganlığı elbette Amerikan saldırganlığını meşru göstermez ama 1800’lerin ikinci yarısı tarihte özel bir dönemdir; ulusal/bölgesel kavgaların ötesinde bunu okumak lâzım. Teknik, ekonomik ve endüstriyel dönüşümlerin savaşı nasıl değiştirdiğini anlamak için kara savaşlarıyla ilgili şu örneklere bakalım (Kaynak: Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu):
- Endüstri devrimi “sayesinde” 1800’lü yıllardan itibaren savaşlar da hızla endüstrileşti. Hiram Maxim dakikada 500 mermi atabilen ilk makineli tüfeklerden birini icad etti. Bu bir tek askerin elle doldurulan 100 tüfeğe eşit bir ateş gücüne sahip olması demekti. Gene bu teknik ilerleme “sayesinde” acemi bir asker çok sayıda profesyonel askeri öldürebiliyordu.
- Patlayıcıların askerî kullanımı yaygınlaştı. Süvari taarruzları gibi ustalık ve kahramanlık gerektiren manevraların savaşın sonucu üzerindeki etkisi azaldı.
- Fabrikalarda hızla ve ucuza üretilebilen silahlar ile sıradan vatandaşları donatmak ve büyük ordular kurmak çok daha ucuz, kolay ve hızlı bir hal aldı,
- Trenin yaygınlaşması sayıca çok büyük orduları şehirlerden savaş alanlarına taşımayı bir sorun olmaktan çıkardı,
- Telgraf sayesinde uzak cephelerde savaşan orduların idaresi mümkün oldu.
Bu teknik değişimler elbette savaş gemilerini de etkiledi. Meselâ modern şehirler gibi modern savaş gemileri de elektrikle donatıldı. Kalınlaşan zırhlar, parça tesirli mermi atabilen uzun menzilli toplar… Fakat teknik ilerleme ile karıştırılmaması gereken diğer bir nokta endüstriyel kapasitedir. Yani düşmanınkinden daha hızlı/ öldürücü/ uzağa gidebilen savaş gemisi yapmak önemlidir ama bu gemileri hızla üretebilmek de zafer üzerinde geminin kendisi kadar belirleyicidir. Diğer yandan henüz kazanılmamış zaferlerin ganimetlerini paylaşmaya hazırlanan banka ve sigorta şirketlerinin müstakbel savaşları finanse edebilmesi ayrı bir gerekliliktir.
İşte ekonomiyi, mühendisliği, finansal gücü modern savaşın ayrılmaz bir parçası haline getiren gelişmeler 1800’lerin sonunda ve özellikle de Atlantik’in iki yakasında yoğunlaşmıştır. Mahan ve yandaşları da bu değişimleri doğru okuyabilen insanlardı. ABD’nin gelecekte dünya lideri olması için mutlaka güçlü bir donanmaya ihtiyacı olduğunu ve dünyadaki hiçbir savaşın dışında kalmaması gerektiğini savunuyorlardı.
ABD’nin denize bakışındaki değişim dünya tarihini etkiledi
Evet, ABD’nin dünyadan tecrid olmasını savunan Monroe doktrinini terk etmek kolay olmamış. Amerikan halkının ve senatonun direnişi çok güçlüymüş. Meselâ ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı’nı sonunda imzalanan antlaşmaları, bilhassa Versailles Antlaşması’nı ve ona bağlı Milletler Cemiyeti’ni halkına kabul ettirebilmek için çok uğraşmış. Binlerce km yok katedip 40’a yakın miting yapmış ama muvaffak olamamış. Tüm bu çabalara rağmen Amerikan Senatosu, Versailles Antlaşmasını ve Milletler Cemiyeti Paktı’nı onaylamayı reddetmiş. Bu konu için Senato’da 1919-1920 arasında üç defa oylama yapılmış, ancak tasdik için yeterli oy çoğunluğu sağlanamayınca Wilson şöyle demiş:
“… Şimdi onlar ne kaybettiklerini acı bir tecrübe ile öğreneceklerdir. Dünyanın liderliğini kazanmak için elimize bir fırsat geçmişti. Fakat bu fırsatı kaybettik ve yakında bu kaybın nasıl bir trajedi olduğunu göreceğiz …”
Peki ne oldu da ABD’nin vizyonu tecridden emperyalizme döndü? Bu dönüşümün en önemli adımlarından biri şüphesiz Mahan-Roosevelt dostluğu ve cumhuriyetçilerin 1897’de iktidara gelmesidir. Zira Roosevelt o dönemde Mahan’ın tezlerini yaymak için çok iyi bir nokta olan “Bahriye bakan yardımcısı” makamında. Tabi 1898’de AB-İspanyol savaşının başlaması ve “İspanyolları ABD’den atmak” için girilen mücadele sonunda çok sayıda adanın kontrolünün ABD’ye geçmesi son derecede kritik: Guam, Porto Rico, Küba, Wake, Midway, Samoa, Hawaii, Filipinler.
Birbirinden binlerce km uzakta olan bu adaların yüzölçümlerinin toplamı ABD’ninkine kıyasla önemsiz görünebilir. Üzerinde yetişen baharat, şeker kamışı, kakao vb kıymetli ürünler de ikinci derecede ehemmiyeti haiz. Eğer Brezilya gibi tek parça geniş bir bölge ABD’nin eline geçmiş olsaydı hammadde kaynaklarını işletmeye dönük karacı bir model ABD açısından daha mantıklı görünecekti. Böyle bir durumda senato kara ordusunu güçlendirmeyi ve büyük birlik hareketlerini kolaylaştıracak deniz lojistiğini askerî stratejinin merkezine alırdı. Oysa Atlantik ve Pasifik’te askerî üs gibi kullanılabilecek adaların ABD’ye geçmesi ister istemez Mahan’ın denizci vizyonunun savunulmasını kolaylaştırdı. Daha önceki bölümlerde anlattığımız gibi denizi amaç edinen bu vizyon karayı amaç, denizi araç gören karacı vizyona üstün geldi:
- Savaşta deniz araç mıdır yoksa amaç mı? »
- Sermaye – Savaş – Ticaret üçgeni ve Okyanuslar »
- Mahan’ın “Sea Power” tezi taktik mi yoksa stratejik mi? »
Evet, ABD özelinde 1897’de İspanya’dan alınan adalar ve genelde teknik ilerleme ABD’yi bugün bildiğimiz saldırgan dış politikaya itti. Savaşan birimlerin menzili, silah ve radarların menzili kadar önemli bir diğer unsur elbette endüstriyel kapasiteydi. 2ci dünya savaşında Japon ve Alman orduları karşısındaki Amerikan başarısı büyük ölçüde bu kapasiteye dayanır. Yani savaşta kaybedilen araçların yerine yenilerinin hızla üretilmesi ve cepheye taşınması. Fakat ABD’nin kendi eliyle kurduğu bu endüstri yakında savaş için savaş isteyen ve ABD’yi sömüren bir canavar haline gelecekti:
“… Barışın sürebilmesi için en önemli etkenlerden birisi askerî altyapımızdır. Silahlı kuvvetlerimiz kuvvetli, her an harekete geçmeye hazır halde olmalıdır, ancak bu sayede olası saldırganlıkların önüne geçebiliriz… Bu olağanüstü boyuttaki askerî yapı ile devasa silah sanayisinin aynı anda meydana gelmesi Amerika tarihinde ilk kez görülen bir durumdur. Ekonomik, siyasi ve hatta ruhanî ortamda ortaya çıkan toplam etki her kentte, her devlet kurumunda, federal hükümetin her bölümünde hissedilmektedir. Bu tür bir gelişmenin ihtiyaçtan doğduğunu görebiliyoruz. Ancak çok önemli sonuçlarını kavramaktan da geri duramayız. Tüm emeklerimiz, tüm hammadde kaynaklarımız ve tüm yaşantılarımız bu duruma bağlıdır; toplumsal yapımızı doğrudan etkilemektedir. Bilerek veya bilmeyerek yapılsın, Askeri-endüstriyel kompleksin hükümet kurumları içinde kanunî dayanağı olmayan etkilerine izin verilmemelidir. İktidarda yaşanacak olası bir yanlış güç dengesi felakete yol açacaktır. Bu birleşimin özgürlüklerimizi veya demokratik süreçlerimizi tehlikeye atmasına izin vermemeliyiz. Hiçbir şeyi sorgusuz sualsiz kabul etmemeliyiz. Sadece uyanık ve bilgili bir yurttaş toplamı devasa sanayi ve askeri altyapısının bu gelişimine barışçıl yöntemlerle karşı koyabilir, ancak bu sayede güvenlik ve özgürlük birarada gelişebilir…”
Not: Mahan – Roosevelt dostluğu üzerine okunabilecek bir kitap: The Ambiguous Relationship: Theodore Roosevelt and Alfred Thayer Mahan (Richard W. Turk)
Okyanus jeopolitiğinin değişenleri nelerdir?
Şimdiye kadar denizin, (silahı olan) herkese açık bir yol oluşuna ve denizci vizyonla karacı vizyon arasındaki farklara dikkat çektik. Modern savaşlarda finans, teknoloji, endüstriyel kapasite, enerji ve bilhassa petrole erişmenin, en az savaşan birimler kadar zaferi belirleyici unsurlar olduğunu hatırlattık. Peki deniz savaşlarının değişenleri nelerdir? 1600’lerde veya 1900’lerdeki savaşlarda olmayan hangi meseleler bugünün savaşlarına yön vermekte? Bu soruya cevap olarak “gelişen teknolojik ve ekonomik ilişkiler” diyemeyiz zira bu boyut özünde çok dinamik olmakla beraber savaş teorisi içindeki yeri ve ehemmiyeti sabittir. Rüzgârı, sekstantı veya barutu iyi bilen denizcilerin yerini bugün petrolü, uyduları, nükleer denizaltıları bilen denizciler aldı. O halde sabitler neledir?
Bugün okyanus jeopolitiğinde yeni olan ve Mahan gibi teorisyenlerin nazar-ı dikkate almadıkları mesele “okyanusların kıtalaşması” diyebileceğimiz bir gelişme. Nedir? Okyanuslar gerek gıda kaynağı gerekse petrol, uranyum, altın vb mineral zenginlikler bakımından giderek daha fazla kullanılıyor. Binlerce metreden petrol ve doğal gaz çıkartılabilen bir dünyada okyanuslar (sadece) bir otoyol gibi görülemez. Artık deniz dipleri ve balıkçıların avlanma bölgeleri de tıpkı kıtalardaki verimli topraklar ve altın, gümüş madenleri gibi kendisi için istenen bölgeler haline geldi.
Bu yeni faaliyetler elbette gelişen teknolojiyle mümkün oldu ve hızlanan dünya ticareti sayesinde kârlı hale geldiler. Ancak netice olarak jeopolitik doktrinleri kalıcı biçimde etkileyecek bir gelişmeden bahsediyoruz. Birkaç örnek vermek gerekirse:
- Kıbrıs’ın güney doğusunda doğal gaz bulunması bu adayı sadece stratejik bir askerî üs olmaktan çıkardı. Aynı bölgenin Süveyş kanalına yakın olması Mısır’ı muhtemelen bazı enerji projelerine ortak edecek.
- Pekin tarafından Hint okyanusuna açılan bir kapı gibi kullanılan Arakan’ın açıklarında büyük doğal gaz rezervlerinin bulunması da burayı eski doktrine göre liman, yeni doktrine göre enerji kaynağı yaptı. Yani Arakan’ı savunmak Çin ordusunun manevra kabiliyetini savunmaktan ibaret değil.
- Meksika körfezi Panama kanalına yakınlığı sebebiyle eski doktrine göre stratejik bir geçiş bölgesi. Ancak yeni doktrine göre okyanus dibindeki petrol, bu körfezi bir geçiş yeri olarak değil kendisi için savunulacak zengin bir bölge yaptı.
- Kuzey Kutup denizinin kıyılarında ve dibinde uranyum, altın, nikel, petrol vb hemen bütün yeraltı zenginliklerden bol miktarda var. Başta Kanada, Rusya, ABD, Çin olmak üzere bütün güçlü ülkeler bu bölgeyi kontrol altına almaya çalışıyorlar ve bu yarış 2006‘dan beri hızlandı. Küresel ısınma sebebiyle kısalan kï¨s aylarï ve giderek daha az bir süre donan deniz sadece ulaşıma değil madenciliğe de elverişli hale geliyor.
Netice
Britanya’nın 4 asırlık denizci vizyonu olan “eski doktrin”, denizi yol gibi gören ve boğazları, adaları ve limanları kontrol ederek dünyaya hâkim olmayı merkeze koymuştu. Bu vizyon üretimi merkeze alan karacı vizyonla zıtlaşıyordu. Bu doktrin hâlâ geçerlidir. Ancak “yeni doktrin” diyebileceğimiz ve denizi sadece yol değil üretim sahası gibi gören bir vizyon teknoloji sayesinde hayata geçti. Kuzey kutup yolu örneği bunu anlamak için oldukça kullanışlı. Pasifik ve Atlantik’in zengin limanlarını birbirine bağlayan yollar Kuzey Geçişi sayesinde binlerce km kısalıyor. Yani bu yol eski doktrine göre çok önemli. Fakat aynı yol Kuzey Buz denizini en az Afrika kadar zengin bir hammadde kaynağı da yapıyor. Bu ise yeni doktrinin uygulama sahası.
Kim kazançlı çıkacak? Denizi kontrol eden ABD, Britanya ve Fransa sualtı zenginliklerini en kolay kontrol edebilecek devletler. Ancak bu yarışta geri kalmış olan bazı karacı devletler uzun kıyılarını yahut karasularında bulunan verimli deniz diplerini kullanarak sınıf atlayabilir. Tabi okyanusları kontrol edenlerin izin verdiği ölçüde…
Okyanus derinliklerini işlemek, çıkarılan hammaddeden artı değeri haiz ürünler teşkil etmek ve bu ürünleri dünya pazarlarına eriştirip paraya çevirmek, meydana gelen finansal gücü yine okyanusa dönük yatırımlara dönüştürmek… Bütün bu değer zincirini elinde tutan az sayıda devlet var. G8 veya kısmen G20 ülkeleri bunlar. Tabi okyanusta üretilen zenginliklerin muhafazası için kurulacak güçlü orduları da bu kapital silsilesinin yani kristalleşmiş bilgi ve emeğin bir parçası olarak görebiliriz. Sonuçta okyanusta yeni kartlar dağıtılıyor ve güçlüyle güçsüz arasındaki mesafenin artacağını tahmin etmek zor değil.
Harita: Kuzey geçişiyle kısalan yollar (Tam boy görmek için üzerine tıklayın)
Tablo: önemli limanlar arasındaki alternatif deniz yollarının uzunluğu
Tavsiye makale ve sohbetler
- Küresel ısınma çok iyi bir şeydir
- Küresel ısınma bitti… İkinci dalga geliyor!
- Enerji Aforizmaları »
- Savaş meydanda değil masada kazanılır… Sohbet kaydı yayında »
- Petro-dolar Aforizmaları »
- Rusya, Çin ve ABD’nin yeni pokeri: Düşük yoğunluklu sürekli savaş »
- Enerji Savaşları ve Terör konulu sohbetin kayıtları yayında »
- Arakan’ı boşaltın, gaz ve petrol geçecek »
- Bağımsız bir Uygur devleti hayali kuranlar yeni katliamlara çanak tutuyorlar »
- Yeni başlayanlar için enerji (1) »
- Yeni başlayanlar için enerji (2) »
- 2ci Dünya Savaşı petrol yüzünden mi çıktı? »
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 76 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler: Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
3 Trackback(s)