Krallar ölür, dağlar bâkî kalır
By my on Nis 2, 2017 in Avrasya, Derin Savaş, Jeopolitik, Strateji
İkinci dünya savaşı daha bitmeden başlamıştı soğuk savaş. Müttefik olmalarına rağmen Ruslar ve Amerikalılar, Berlin’i tek başlarına ele geçirmeye çalıştılar. Ruslar, savaşın ortasında, Polonya’da Almanlara karşı savaşan direniş birliklerine yardım götüren İngiliz ve Amerikan uçaklarına ateş açtı. Çekoslovakya ve Balkanlar da bu gerginliğe sahne oldu. İngilizler, müttefikleri(?) olan sürgündeki Polonya hükümetinin başbakanı Władysław Sikorski’yi Cebelitarık’ta bir “uçak kazası” süslemesiyle öldürdü. Yunanistan’ı Nazi işgalinden kurtaran sosyalistlerin Rus yanlısı bir hükümet kurmasını engellemek isteyen Churchill, Yunan iç savaşını başlattı (1946). Almanların öldürdüğünden daha fazla Yunanlı, İngilizlerin eliyle öldü. Bütün bu ihanetler silsilesi, gelecek yıllardaki soğuk savaşın sıcaklığı hakkında bir işaretti aslında. Beyaz adamın toprakları zarar görmediği için adına “soğuk savaş” denildi ama 1950 Kore savaşında 2 milyon sivil, bir o kadar da asker öldü. 1955-1970 arasında Vietnam, Laos, Kamboçya savaşlarında 2 milyona yakın asker, 2,5 milyon sivil öldü. Aslında liste çok uzun. Soğuk(!) savaş döneminde sadece Asya değil, Afrika ve Güney Amerika’yı da kana bulayan yüzlerce savaş, darbe ve ayaklanma var: 1979 Afgan savaşı (2,5 milyon ölü), Rusya’nın zam isteyen işçilerin isyanını bastırmak için Çekoslovakya (1968) ve Macaristan’ı (1956) işgali, Türkiye’deki askerî darbeler, İran, Nikaragua, Kore, Somali, Mozambik, Angola…
O devirde bu kavgaların sebebi ideolojik zannediliyordu. En azından Büyük İnsanlık’a anlatılan masal buydu: Demokrat, liberal, kapitalist özgür(!) dünya, yani ABD ve saz arkadaşları, komünizm ile mücadele ediyordu. O zamanki adı “Sovyetler Birliği” olan Rusya ve kısmen Çin’in liderliğinde örgütlenmiş komünist ülkeler, ağır bürokrasileri haiz, merkezî devletlerdi. Üretim, satış ve fiyatlar, bürokratlarca planlanıyordu. Özel mülkiyet ve fabrika, arazi gibi üretim araçlarının mülkiyeti, yasalarla sınırlanmıştı. Medya, devletin tekelindeydi. Fakat diğer tarafta her şey toz pembe değildi. Meselâ ABD, özgürlük adına kendi ülkesindeki özgürlükleri bile ihlâl etti (Bkz. “McCarthyism” denilen, komünist cadı avı dönemi; NewYork’lu komünist Ethel ve Julius Rosenberg’in elektrikli sandalyede idam edilmesi, Bertolt Brecht, Charlie Chaplin ve Orson Welles gibi aydın ve sanatçıların ABD’yi terk etmek zorunda kalması…)
ABD-Rus-Çin kavgası neden bitmedi?
Geçelim… Berlin duvarının yıkılışından bu yana 30 yıla yakın bir zaman geçti. Komünist sistem yok artık. Komünizmin, 1989’de Berlin duvarının yıkılışıyla bayraklaşan çöküşünden sonra Rusya, piyasa ekonomisine açıldı. Çin, anayasasında komünist kalarak serbest piyasaya geçtiğini beyan etti. Pekin ve Moskova’daki güçlü bürokrasi ortadan kalkmadı ama ABD ve Avrupa firmalarının milyarlarca dolar yatırdığı bu ülkelerin hâlâ “komünist tehdit oluşturduğu söylenemez. Fakat ne acayiptir ki, Soğuk Savaş dönemindeki kuşatma devam ediyor. Doğu Avrupa’nın eski komünist ülkeleri NATO’nun yayılma alanı oldu. Radar ve füze üsleri kuruluyor. Halen 30.000 civarında NATO askeri Baltık’tan Gürcistan’a kadar her yerde tatbikat yapıyor. Gürcistan’da eskiden Sovyet ordusuna ait olan ve Tiflis’e sadece 20 km uzaktaki Vaziani üssü NATO’nun eline geçti. Ukrayna ve Kırım için kanlı savaşlar yapıldı. Suriye’deki savaş da Soğuk savaşın çatışmalarını hatırlatıyor. Suriye halkının değil ABD ve Rus menfaatlerinin savaşına şahit oluyoruz. CIA ajanları, başta Ukrayna olmak üzere birçok ülkede, neo-Nazi örgütleri Rusya’ya karşı örgütlüyor. Gladio soğuk savaştaki kadar aktif.
Avrasya’nın batısı bu halde iken doğusu da NATO ablukasında. Pekin’e 3000 km uzaktaki Guam adasında nükleer silahlarla yüklü B-52 bombardıman uçakları hazır bekliyor. Kuzey Kore’nin uyduruk nükleer denemelerini bahane eden ABD, Güney Kore’ye askerî yığınak yaparak Pekin’i kuşatıyor. Japonya’dan Tayvan’a, Filipinler’den Malezya’ya uzanan sahada Amerikan donanması devriye geziyor. Çin’e petrol ve gaz taşıyan Arakan bölgesi ABD tahakkümüne girdi. Çin’in petrol tedarikinde önemli yer tutan Güney Sudan petrolü, Yemen savaşı sebebiyle risk altında. Kızıldeniz’in güney çıkışındaki askerî dengelere bakılırsa son sözü yine ABD ve müttefikleri söyleyecek.
Yani kapitalizm-komünizm kavgası kapitalizm lehine sonuçlandı ama KAVGA bitmedi. Zira ideolojik görünüyordu ama baştan beri bir menfaat kavgasıydı bu. Nedir? Nicholas Spykman’ın “Barışın Coğrafyası”nda (1944) söylediği şu sözlerde cevap arayalım:
“… Rimland’a hâkim olan, Avrasya’ya hâkim olur, Avrasya’ya hâkim olan, dünyanın kaderine hâkim olur […] Avrasya ‘Rimland’ bölgesi, merkez kıta ile onu çevreleyen okyanuslar arasında bir geçiş bölgesidir. Denize hâkim olan güçlerle karacı güçlerin çatıştığı bir tampon bölge gibi görülebilir. İki tarafa baktığı için hem denizden hem de karadan, amfibi olarak savunulmalıdır. Bu bölge ülkeleri, tarih boyunca hem Orta Asyalı yani karacı güçlerin hem de Britanya ve Japonya gibi denizci güçlerin saldırısına uğramış. Amfibi yapısı, güvenlik sorunlarının da kaynağıdır …”
İdeoloji, inanç ve ırk gibi suni gerekçelerden uzak, oldukça teknik bir lisan ile yapılmış bu açıklama, tarihteki olaylara çok daha uygun. (Bkz. Avrasya’nın tarih sahnesine geri dönüşü) Britanya’nın 1800’lerdeki Afyon savaşından komünizme, Churchill’in “demir perdesine” ve Harry Truman’ın kuşatma saplantısından (ing. Containment) bugünkü ABD-Rusya-Çin çekişmesine uzanan olaylara baktığımızda, Avrasya’nın önce Britanya, sonra ABD tarafından kuşatıldığını ve bunun bir sömürü sistemi olduğunu görüyoruz. (Bkz. Mahan’ın “Sea Power” tezi taktik mi yoksa stratejik mi?) Zira sadece Rimland (kuşak ülkeler) merkeze düşman edilmiyor; kuşatıcı olanlar da birbirlerine düşman ediliyor. Türkiye-Yunanistan arasındaki “ulusal” kavga, Türkiye-İran arasındaki “laik-şeriatçı” kavgası gibi. Bu sayede Rimland ülkelerinin kendi aralarında birleşip ABD’ye kafa tutması yahut kendi menfaatleri doğrultusunda ablukayı yarması da engelleniyor.
Az önceki satırların müellifi Spykman, 2ci dünya savaşı başına kadar tarihsel olayları analiz eden, asırlarca genişliğe sahip tahliller yapmış. Fakat 1940’tan itibaren keskin bir viraj alıyor: Dar açı, ABD ne yapmalı? Savaş bitmeden neyi, nasıl hazırlamalı? Kısa vadeli ve %100 jeopolitik!
Stratejik mânâda söyledikleri doğru ve zannediyoruz ki ABD’nin etkili ve yetkili kişilerince de önemseniyor. Meselâ 1942’de yazdığı “Dünya politikasında ABD’nin Stratejisi” isimli çalışmasında Avrasya’nın birleşmesini ABD için büyük bir tehdit olarak görmüş. Bu görüş, Mackinder’in de savunduğu bir tez. Bu tezinde Spykman, Avrasya’nın işgal veya işbirliği yoluyla birleşmesi halinde ortaya çıkacak gücün, Afrika’yı da kontrol edeceğini söylemiş. Gerek nüfus, gerekse yeraltı zenginlikleri ve deniz yolları hâkimiyeti itibariyle, böylesi bir gücün ABD’yi merkez olmaktan çıkarıp çevre/ periferi/ tâli bir bölge yapacağı aşikâr. Ancak açıkça yazmasalar bile Mackinder ve Spykman gibi strateji uzmanları sık sık Britanya ve Japonya’yı Avrasya ablukası için kullanmayı teklif etmişler. Yani “ABD’yi nasıl koruruz?” değil “bu Avrasya ineğinin sütünü para vermeden nasıl alırız?” gibi bir duruştalar. Bu saldırgan ideologlar içinde Spykman’ın orjinalliği “Rimland” kavramını öne sürmesinden kaynaklanıyor. Rimland, Mackinder’in “Heartland” dediği merkezi çevreleyen ülkeler. Kabaca, Avrasya’yı bir bütün olarak işgal etmek hem çok riskli hem de ekonomik bir alternatif değil. Bunun yerine çevresindeki kıyı ülkeleri ve/veya adaları kontrol eden bir zincir oluşturmak gerek.
Bu sürekli kuşatma stratejisi, durağan bir savunma hattı değil. Çin seddi veya İstanbul’un surları gibi sabit savunma pozisyonları yerine düşmanın hareketlerine uyum sağlayan esnek bir güç söz konusu. Belki de bu esneklik, denizcilerin karadaki savunma savaşlarına bakışını yansıyor. George F. Kennan’dan dinleyelim:
“… ABD’nin Sovyet Rusya politikası, Rusların genişleme çabalarını sabır, dirayet ve uyanıklıkla kuşatmaktır. […] Açıkça görülmektedir ki Rusların, özgür Batı’ya ait kurumlara yaptığı tazyik, becerikli ve çevik bir güçle dengelenebilir. Bu güç, sürekli değişen coğrafî noktalardan ters yönde uygulanmalıdır ve Sovyet politikasının manevralarına tekabül etmelidir …” (The Sources of Soviet Conduct, 1947)
Neticede, Mackinder, Spykman, Kennan ve daha nice strateji uzmanlarının savunduğu Rimland tahakkümü (Kuşak ülkeleri ABD yararına kullanma tezi), 1800’lerden beri denizci güçlerce uygulanmakta. Kraliçe adına, anti-komünizm adına, terörle mücadele adına… Farklı ideolojik kisvelere bürünse de savaşın belkemiği bu sömürü makinesi. Başkan Eisenhover ve dış işleri bakanı John Foster Dulles döneminden beri bu kuşatma bir ittifak saplantısı şeklinde tecessüm ediyor. Avrupa Birliği üyeliği ise NATO’nun Truva atı oldu. Ekonomik ve siyasî olarak Brüksel’e yaklaşan 10 kadar eski-komünist doğu Avrupa ülkesinde NATO üsleri açıldı ve askerî işbirliği her sene daha ileri götürülüyor. Bu silahlanma yarışında NATO, bazı devletleri “öcü” olarak kullanıyor. Batıda İran, doğuda Kuzey Kore, nükleer silah çalışmalarıyla Amerikan saldırganlığının muhtaç olduğu bahaneleri üretti.
Rusya ne yaptı? Tıpkı komünizm döneminde olduğu gibi kuşatmanın daralmasına paranoyak bir şiddetle karşılık veriyor ve çoğunlukla kendi ayağına sıkıyor. Çekoslovakya, Macaristan, Afganistan ve Çeçenistan savaşları Rusya’ya büyük zarar verdi. İnsan hayatı ve maddi kayıpların yanında Rimland üzerinde Rus nefreti büyüdü ki bu ABD’nin parayla satın alamayacağı kadar kıymetli bir kapital. Her ne kadar bugün Suriye ve Ukrayna savaşlarında daha becerikli, medyayı iyi idare eden bir Rusya görsek de her meseleyi kendi başına ve evvelâ şiddetle çözmeye çalışan devlet aklı(!) yine sahnede. Hatalarından öğrenebilen, kendisinden zayıf bile olsa diğer devletlere asgarî diplomatik “saygı” gösterebilen bir Rusya, Rimland üzerinde daha fazla söz sahibi olabilir.
Krallar ölür, rejimler yıkılır ama dağlar bâkî kalır
Buraya kadar soğuk savaş özelinde Rimland meselesini yani Avrasya’nın kuşatılmasının coğrafî arka planını anlattık. Elbette jeopolitik tahliller Rimland ile sınırlı değil ve çok başka gerginliklere, tarihi olaylara ışık tutabilir. Günümüzdeki çatışmaların arka planında Rimland olduğu gibi, Rimland mefhumunun da bir arka planı var. Biz de bu paragraftan itibaren daha genel amaçlı yorumlar yaparak bu “alet kutusuna” işaret etmek istiyoruz:
“… Bakanlar gider gelir; diktatörler bile ölür. Ama dağlar bâkîdir […] Bir ülkenin büyüklüğü, uluslararası arenadaki gücü üzerinde önemli bir etkendir. Doğal kaynaklar, nüfus yoğunluğunu ve ekonomik yapıyı belirler ki bunlar da siyaseti doğrudan şekillendiren faktörlerdir. Ekvatora, okyanuslara ve büyük kara parçalarına olan mesafe ise ülkenin, güç merkezlerine ve savaş bölgelerine yakın ya da uzak olması üzerinde tesir eder. Büyük ticaret yolları üzerinde yahut bunlara uzak oluşu ve komşularla olan konumu da, asırlar sürecek güvenlik meselelerinin temelini teşkil eder. Ülkenin coğrafyası, halkı bölücü veya birleştirici bir etki yapabilir. İklim, hem ulaşımı hem de tarımsal üretim üzerinden asker besleme gücünü ve dolayısıyla dış politikayı yönlendirir …”
Bu sözler Nicholas Spykman’ın 1938’de yayınladığı “Coğrafya ve Dış Politika” adlı kitabından. Coğrafî vasıflar, her ülkeye bazı fırsat ve tehdit kapıları açıyor. Ancak determinist bir okuma Spykman’ın söylediklerini yanlış anlamak olur. Zira coğrafî bakımdan birbirine benzeyen ülkelerden bazısı süper güç olurken diğerleri sefalet içinde sürünebiliyor. Bu uyarıyı yaptıktan sonra Spykman’ın satırlarını açalım biraz:
Meselâ yüzölçümü: Toprakların genişliği ülkeye savunma imkânı sağlar. Düşman içeriye girmiş olsa bile savunma için arkasına mevzilenebilecek nehirleriniz, dağlarınız varsa işgal ordusunun lojistik yolları uzayacak; cephane ve gıdanın cepheye ulaşması zorlaşacaktır. Bu şartlar, size karşı atağa geçme fırsatı verir. Gerek Napolyon gerekse Hitler’i Rus topraklarında zorlayan şey sadece kış şartları değil, uzun mesafeler yüzünden lojistiğin aksamasıydı. Tabi savaş dışında da geniş topraklar, değerli maden ve petrol bulma ihtimalini de arttırır. Bugün en çok altın, petrol, uranyum ve nadir metalleri çıkaran ülkeler geniş toprakları olan Rusya, Çin, ABD, Avustralya ve Brezilya ve Kanada değil mi? Geniş toprakların bir diğer avantajı da endüstrileşmiş tarım ve gıda tedarik güvenliğidir. Yine dünyanın en büyük gıda üreticileri (genellikle) geniş topraklara sahip ülkeler. Peki ya yüzölçümü az olduğu halde tarım ürünü ihraç ederek yüksek gelir sağlayanlar? Bunlar İsrail ve Hollanda gibi çiçek, tohum ve genetik hayvan ürünleri gibi katma değeri yüksek ürünlerde ileri ülkeler. Spykman’ın tabiriyle “mikro güçler”.
Coğrafya sadece toprak değildir
Dağlarla bölünmüş İsviçre’nin küçük yüzölçümüne rağmen kantonlara bölünmüş olması, İpek Yolu üzerindeki Orta Asya’nın zenginleşmesi vb gözlemler Spykman’ın birçok konuda haklı olduğunu gösteriyor. Fakat müellifin önemli saptamaları bununla sınırlı değil. Coğrafya ve Dış Politika (1938) adlı kitabında geniş yüzölçümü olan süper güçlerin yanında Fransa ve Britanya’ya da dikkat çekmiş. Tarımın, insan ve hayvan sayısının belki daha da önemli olduğu Ortaçağ’a bakalım; Meselâ Venedik ve Amsterdam. Spykman’ın “mikro güç” dediği bu ülkeler, milyonarca km² toprağı olan, devasa ordulara sahip imparatorluklara kafa tutabilmişler. Spykman’a bakarak küçük devletlerin, istihbarat, ticaret, teknoloji ve geniş çaplı ticarî bağlantılarla yeni “satıhlar” açtıklarını söyleyebiliriz. Yani yüzölçümlerindeki eksiklikleri tazmin edecek, sanal coğrafyalar ihdas etmişler kendilerine. Yeni imkânlar, yeni mekânlar doğurmuş. Nedir o imkânlar?
- Daha hızlı ticaret gemileri sayesinde hızla biriken sermaye, büyük toprakların eksikliğini tazmin etmiş. Yani mekân kazanmışlar.
- Pusula, harita, sextant gibi araçlarla daha uzağa gidebilmişler. Gidemeyenler için “yok” hükmündeki topraklar onlar için “var” olmuş.
- Etkin casus ağları sayesinde zaman kazanmışlar: Meselâ erkenden haber aldıkları bir savaşa hazırlanmak için diğerlerinden daha fazla zamanları olmuş.
Sonsöz
Teknolojide ileri ülkeler, sesten birkaç kat hızlı uçabilen uçaklar, nükleer yakıtı sayesinde yıllarca yakıt ikmali yapmadan savaşabilecek gemiler üretiyor. Uydulardan yeryüzünün inanılmaz netlikteki görüntüleri çekilebiliyor. Bütün bunlar coğrafyanın önemini azaltmadı. Uçakların dağ ve deniz gibi “doğal engelleri” birkaç saatte aşabilmesi, oyunun kurallarını değiştirdi ama hava kuvvetleri de yere endeksli “meşru” bir hava sahasına ve daima yere basacak bir üsse muhtaç. Kısacası deniz, kara ve havada, ticareti ve savaşı etkileyen yeryüzü şekilleri ve iklim, temel birer parametre olmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu bağlamda, bir yandan teknolojiyle şekillenen “yeni jeopolitik” tasavvurları inşa edilecek; yeni imkânlar, yeni mekânlar doğuracak. Bir yandan da antik çağlardan günümüze kadar değişmeden gelen ilkeler, ülkelerin, şirketlerin ve orduların stratejilerine yön vermeye devam edecek.
Jeopolitik üzerine tavsiye makale:
- Jeopolitiğe Giriş / Philippe Moreau Defarges (1) »
- Jeopolitiğe Giriş / Philippe Moreau Defarges (2) »
- Savaşta deniz araç mıdır yoksa amaç mı? »
- Sermaye – Savaş – Ticaret üçgeni ve Okyanuslar »
- Mahan’ın “Sea Power” tezi taktik mi yoksa stratejik mi? »
- Okyanus jeopolitiğinde sabitler ve yeni kartlar »
Savaş üzerine tavsiye makale:
- Strateji ve Siyaset »
- Strateji, Taktik ve İnsan »
- Taktik ve Nefsanî Baskılar »
- Cesaret »
- Savaşta aklın önemi ve sınırları »
- Savaş bilimsel değil insanî bir faaliyettir »
- Savaş Teorisinde Yöntem »
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 76 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler: Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.