Kötülük Üzerine Bir Deneme / Terry Eagleton
By Aisha Benghazi on Nis 12, 2017 in Kitap Alıntısı, Kötülük
“… Tıpkı kaza eseri Portekizce öğrenemeyeceğiniz gibi kendinizi kaza eseri cehennemde bulamazsınız. Burada
söz konusu olan teolojik nokta şudur: Tanrı kimseyi cehenneme yollamaz. Tanrı’nın inayetini reddederek, eğer böyle bir geri çevirme anlaşılabilirse, sen kendin gidersin oraya. Bu insan özgürlüğünün nihai, korkunç sonucudur. Ona karşı durduğumuz için Tanrı’yı suçlayamayız. […] Her yaşta suçiçeği geçirebileceğiniz gibi bu tür bir kötülüğe her yaşta sahip olabilirsiniz. Pinkie insanları öldürdüğü için kötü değildir; işi insanları öldürmektedir çünkü kötüdür. Muhtemelen kötü bir insan olarak doğmuştur; ama biz aksini iddia etsek de, bu durum yazan için Pinkie’nin iğrençliğini değiştirmemektedir. Roman cahillik, masumiyet ve yaşanmışlık fikirleriyle oynamaktadır ve Pinkie ilk kategoriye uygun düşmektedir. Pinkie’nin, insan ilişkilerine bir Marslı kadar anlamaz gözlerle bakmasına yol açan “korkunç bir cahillik”i ve “tatsız bir bekaret”i vardır. Bu dünyada bir nefes bile almamışların değersiz saflığı vardır onda. Bir eleştirmenin söylediği gibi, onda çarpıcı olan “kendi yaşantısına dahil olamamasıdır”. İnsan yakınlığını
onun benliğini işgal eden çirkin bir güç olarak görür; Pincher Martin de siyah yıldırımı aynı şekilde algılamaktadır. Her iki karakter de sevgiyi, kesinlikle karşılık veremeyeceklerini bildikleri korkutucu bir talep olarak yaşarlar. ihtiraslar onlar için tehlikelidir: Pinkie kız arkadaşı Rose’la birlikteyken belli belirsiz cinsel zevkler hissetmeye başladığında, “korkunç bir baskı hisseder; sanki bir şey içine girmeye çalışmaktadır, devasa kanatlar camlara çarpmaktadır sanki”. “Hemofilik bir çocuk gibidir” der anlatıcı onun için: “Her temas bir erlerini kanatmaktadır” Pinkie’nin, Pincher Martin’in aksine, dindar biri olması romanda önem teşkil eder. Greene kahramanının cehenneme ve lanetlenmeye ve bu konuda daha şüpheci olsa da muhtemelen cennete de inandığını açıkça ortaya koyar. Thomas Mann’ın, birazdan ele alacağımız lanetlenmiş karakteri Adrian Leverkühn de genç bir adam olarak, Pinkie’ye benzer bir şekilde, teoloji okumayı seçer. Evlenmek için aklınızın başınızda olması gerekmez ama lanetlenmek için neyi reddettiğinizi bilmelisiniz. Pincher Martin bile, Tanrı’ya meydan okuyan çığlığından anladığımız üzere, sonunda ne olup bittiğini anlamaktadır. […] Leverkühn, ölümü ve hastalığı sanatsal hayatın hizmetine koşar. Freud’un oldukça teknik terimleriyle söylersek, Thanatos’u ya da ölüm güdüsünü, Eros veya hayat güdüsü için kullanır. Ancak kötüyle yapılan bu anlaşma biraz pahalıya patlamaktadır. Yarattığı hayat -muhteşem müziği- ussal ama duygudan yoksundur; alay, nihilizm ve şeytani bir kendini beğenmişlikle doludur. Leverkühn’ün soğuk parodilerinde insan sevgisinin kırıntısı bile yoktur. ”Şeytani kurnazlık”ın eseri olan bu müziğin yüceliğinde insan dışı bir şeyler var. Leverkühn, bir fanatik olarak, hayatını tam anlamıyla sanat için feda etmiştir. Fakat sanat için hayatı reddedenlerin sanatlarında bu fedakarlığın soğuk bir izi kalır ki böylece bu projede hem intihara özgü, hem de sapkın bir kahramanlık oluşur. Leverkühn’ün kaderi Nazi Almanya’sının bir alegorisidir. Nazi Almanya’sı da kendini zehirlemiş, kendi yıkımına anlmadan hemen önce sınırsız güç fantezileriyle sarhoş olmuştur. “Bu en baştan beri nihilizme adanmış, hayasız bir diktatörlüktür” der anlatıcımız. Faşizmle birlikte “kendine yabancılık öyle bir noktaya gelmiştir ki,” diye yazar Walter Benjamin, ” [insanlık] kendi mahvını birinci sınıf bir estetik tecrübe olarak yaşayabilir.” Leverkühn de kendi öz yıkımından müziğinin estetik zaferini harmanlayacaktır. Kötülerin, hayatın sürdüğü acı gerçeğine karşı yapabilecekleri tek şey yok etmektir. Böylece, ürpertici bir Yaratılış Kitabı parodisinde, Tann’nın yaratma eylemini tersine çevirerek ondan intikam almaya çalışırlar. Yoktan var etmek sadece mutlak bir gücün eseri olabilir. Yaratma eylemi nasıl geri alınamazsa, yok etme de öyle. Tamir edilmiş halinin aksi ne, paha biçilemez porselen bir vazoyu sadece bir kere parçalayabilirsin. Küçük çocukların da bildiği gibi, kırmak, parçalamak en az yaratmak kadar heyecan vericidir. Vitraylı bir pencereye tuğla fırlatmak o vitrayı tasarlamak kadar keyiflidir …”
Tavsiye Sohbet
Tavsiye makale
- Kötülük’ün zıddı İyilik değildir…
- Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichman ve Raci Tetik
- Kötü insan nasıl üretilir?
- Kötülük Güzel olabilir mi? – C.Baudelaire’in şiirleri, O.Dix’in gravürleri
- Çocukların cinsel istismarı
- Cezaevleri okul olsun !
- Fahişelik, şehitlik ve özgürlük
- Şans, Kader, Özgür İrade ve Zaman(3)
- Kötülüğün çirkin ama gerçek yüzüne…
- Erik ile röportaj
- Haneke’nin Beyaz Kurdele’si
- Kötülüğün Sıradanlığı / Hannah Arendt
- Kötülük / mal / evil / شر
- Karanlık / Zulmet / Darkness / Obscurité / الظلام
- İnsan Öldürenler Sevilmeye Muhtaçtır
Tavsiye Kitap
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?”(Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.