Su için yeni bir dünya savaşı çıkacak mı?
By my on Eyl 23, 2017 in Gıda Mafyası, İslâmistan, Keşkül Yazıları
Yağmur duası yerine savaş duası…
- Aralık 2012’de ABD’nin Oragon eyaletinde bulunan 200.000 nüfuslu Jackson şehrinde çiftçi Garry Harrington “yağmur suyunu izinsiz kullanma suçundan” 30 gün hapse mahkûm edildi.
- Güney Afrika’da kadınların su getirmek için yürüdüğü mesafe, dünya-ay arasındaki uzaklığın 120 katı. 600.000 beyaz çiftçi, 15 milyon zenciden daha fazla su tüketiyor.
- Hindistan’da suyun özelleştirildiği bölgelerde halk, hane gelirinin %25’ini su faturasını ödemek için harcıyor.
- Filipinler’in başkenti Manila’da su özelleştirildikten sadece birkaç ay sonra su fiyatı %400 arttı.
- Bolivya’nın Cochabamba şehrinde suyun Dünya Bankası zoruyla özelleştirilmesinden sonra fiyatlar 3 katına çıktı. Protestolar sırasında 7 insan öldü.
- IMF ve Dünya Bankası’nın finansmanıyla gerçekleştirilen baraj ve kanallar sebebiyle Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Kazakistan arasında gerginlik artıyor.
- IMF ve Dünya Bankası’nın finansmanıyla gerçekleştirilen baraj ve kanallar sebebiyle Etyopya, Sudan ve Mısır arasında gerginlik artıyor.
- IMF ve Dünya Bankası’nın finansmanıyla gerçekleştirilen baraj ve kanallar sebebiyle Namibya ve Botswana arasında gerginlik artıyor.
Liste böyle uzayıp gidiyor. Ama gerçekten su az mı? Bu sorunun cevabı o kadar da berrak değil. Neden?
Su kime aittir?
İnsan emeğiyle üretilen şeylerin parayla satılması ne kadar doğru ise kulların üretmediği, nimet olarak bahşedilen şeylerin parayla satılması o kadar yanlış. Zira bunlar satılabilir malları üretmek için kullandığımız doğal kaynaklar: Toprak, su, hava, güneş ve tabi hayatı mümkün kılan diğer maddî unsurlar yani canlılık, tohumların ve hücrelerin çoğalması, genetik yapı…
İnsanlar hadlerini bilmez, bu hududa riayet etmezse ne olur? Genlerle oynayan, gıda ve verimli toprak spekülasyonu yapan firmaların giderek artan büyüklükte bir açlığa sebep olduğunu artık hemen herkes görüyor. (Bkz. “Ekmek artık mafyanın ağzında” başlıklı makalemiz). Fakat suyun özelleştirilmesi yani mallaştırılması daha da büyük bir tehlike arz ediyor.
Bu tehlikeyi anlamak için biraz derin kazalım. Nasıl? İsminden başka hiçbir şeyi birleştiremeyen Birleşmiş Milletler’e çevirelim nazarlarımızı. 1919’da Milletler Cemiyeti adıyla kurulurken resmî amacı Avrupa’da barışı korumak olan ama 2ci dünya savaşını engellemekten aciz bir örgüt bu. Hatta zalimce hazırlanmış Versailles anlaşmasına (1919) noterlik yaptığından 2ci dünya savaşına çanak tuttuğunu söylemek yanlış olmaz. 1946’da ismi değiştirilen ve Birleşmiş Milletler adını alan bu örgüte eski Milletler Cemiyeti’nin kurumları kâh aynen, kâh ismi değiştirilerek aktarılmış: UNESCO, WHO, Uluslar Arası Adalet Divanı, Uluslararası Çalışma Örgütü…
Peki, BM 2ci dünya savaşından sonra barışa hizmet etti mi? Soğuk savaş döneminin simgesi Berlin Duvarı yıkıldı ama… ABD-Meksika sınırından Macaristan’a, Filistin’den Pakistan’a kadar her yerde yükselen duvarlar insanlığı parçalıyor. (Bkz. “Kudüs’leştiremediğimiz Dünya İsrail’leşiyor” ) 30.000 km’yi aşarak dünyanın çevresini saracak uzunluğa yaklaşan bu duvarları seyretmekle yetinen Birleşmiş Milletler’in ismi, insanlık tarihinin en soğuk şakası…
Birleşmiş Milletler’in ataleti…
Fiiliyata baktığımızda görüyoruz ki Birleşmiş Milletler genel sekreterlerinin görevi barışı sağlamak değil “neden savaşlar bitmiyor? Yoksa BM iyi çalışmıyor mu?” diye sorulmasını engellemek. Meselâ Angry Birds karakterleriyle kameraların önüne geçen Ban Ki-moon, projektörlerin Suriye’deki felâketten BM’ye çevrilmesini sağladı.
Evet… BM genel sekreterleri hastalığı tedavi etmeyen, sadece uyuşturan bir anestezi gibiler. Bu görevi başarmak için etliye sütlüye karışmadan “barış ve kardeşlik” mesajları yayınlayıp uygulanmayan barış planları yapıyorlar. BM genel sekreterleri hiçbir zaman barışı engelleyen tarafı açıkça suçlamıyor, şahin devlet ve liderlere baskı yapmıyor. 2001 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Kofi Annan da böyleydi. Filistin’i işgal eden İsrail’i ve Kıbrıs barış görüşmelerini kilitleyen Güney Kıbrıs’ı hiç üzmedi. 2003’te ABD başkanı G.W. Bush, Birleşmiş Milletler’i tamamen devre dışı bırakarak Irak’ı işgal ettiğinde yine Kofi Annan görevdeydi. ABD genelkurmay başkanı Powell, Irak’ın elinde (gerçekte olmayan) kitle imha silahlarının sahte delillerini BM oturumlarında gösterirken Annan koltuğunda uslu uslu oturuyordu. Ondan önce gelen Boutros Boutros-Ghali ve sonraki Ban Ki-moon da Bosna, Ruanda ve Suriye felaketleri sırasında barışa faydası olacak hiçbir şey yapmadılar. Her şey olup bittikten sonra BM görevlileri gelip toplu mezarları açtılar; istatistikler ve raporlar yayınladılar. Peki BM suyun özelleştirilmesi konusunda ne yapıyor? Büyük savaşlara, açlığa sebep olabilecek bu tehlike karşısında BM genel sekreterlerinin duruşu nedir?
BM genel sekreterlerinin savaş duası…
Sadece BM genel sekreterlerinin değil Dünya Bankası ve IMF başkanlarının 30 yıldır çok ciddiye aldıkları bir şey var: Su savaşı. Biraz tuhaf değil mi? Gerçekten başlamış ve yüzbinlerce insanı öldürmekte olan savaşları umursamayan bu adamlar 30 yıldır en korkunç, en kesin ifadelerle “aman dikkat! Su savaşı çıkacak” diyorlar:
- “… Su, bu asırda petrolden daha önemli olacak. Orta Doğu’daki gelecek savaş politik sebeplerden değil su yüzünden çıkacak …” (Boutros Boutros-Ghali, BM eski genel sekreteri, 1992-1996)
- “Temiz su için amansız rekabet, gelecekte çatışma ve savaş sebebi olabilir” (Kofi Annan, BM eski genel sekreteri, 1997-2006)
- “… 21ci yüzyılın savaşları su için yapılacak …” (İsmail Serageldin, Dünya Bankası eski başkan vekili, 1992-2000)
Bu ifadelerin iyi niyetle, safça yapılmış uyarılar olduğu da iddia edilebilirdi ama BM, Dünya Bankası ve IMF’nin su konusunda değişmez tavırlarına baktığımızda bu sözlerin uyarı değil temenni olduğunu düşünüyoruz. Borsacıların iyi bildiği bir kavram vardır: “Kendi kendini gerçekleştiren tahminler” vardır. Meselâ bir malın fiyatının 50$ üzerine çıkacağı defalarca söylenir ve yazılırsa oluşan beklenti piyasadaki davranışları etkiler ve görünürde meşru bir sebep (kıtlık vb) olmasa bile fiyat gerçekten o sınırın üzerine çıkar. İşte su konusunda buna benzer bir çaba seziliyor. Nedir?
Somut veriler
Küresel meselelerden konuşurken paranoyak komplo teorilerinin labirentinde kaybolma tehlikesi her zaman mevcut. Bu sebeple gıda veya su gibi bir konuda şüpheye düşen herkesin somut verilere ve uzun vadeli yorumlara yönelmesi gerekir. Yani su konusunda değişken ve sabitler nelerdir? Bu sorunun sorulması bizi vehim ve hayalden koruyacak ilk adım.
Genleriyle oynanmış mısır ve soya tohumuyla dünya çiftçilerini soyup soğana çeviren hatta Hindistan ve Avustralya’da intihara sürükleyen Monsanto’dan başlayalım: Daha 2008’de bu firmanın Hindistan ve Meksika’da beklediği su satış geliri 420 milyon $ ve kâr 63 milyon $ idi. 10 yıl önce Monsanto yöneticileri su piyasasının gelecek 10 yıl içinde milyarlarca $ büyüklüğe erişeceğini söylüyordu.
Fakat Monsanto su piyasındaki en büyük oyuncu değil. En büyük iki firma Fransa’dan: Vivendi Universal ve Suez Lyonnaise des Eaux. Bunlar 150’den fazla ülkede 300 milyon insana su satıyorlar. Dünya su kartelindeki diğer firmalar ise Bouygues Saur, AWG, Severn Trent, Kelda, RWE-Thames Water, Bechtel, United Utilities ve American Water Works.
En tehlikeli yalanlar, doğruya en çok benzeyenlerdir
Bugün 40 kadar ülkede su kıtlığı olduğu söylenebilir. Suyumuz var ama deniz suyu tuzlu. Tatlı su, toplam suyun %3’ü. Üstelik göl ve nehirlerin önemli bir kısmı kirletilmiş vaziyette. Çoğu BM’ye bağlı kurumlar suyla ilgili korkutucu istatistikler yayınlıyor her sene:
- 1 milyardan fazla insanın temiz içme suyu yok,
- Her yıl 5 milyon insan suyla bulaşan hastalıklardan ölüyor…
En tehlikeli yalanlar, doğruya en çok benzeyenlerdir. BM’nin istatistikleri de bu kategoriye giriyor. “Su yok” dediğimiz Sahra çölünün altındaki yeraltı sularının miktarı Afrika’daki bütün göllerin ve akarsuların toplamından 20 kat fazla. Eğer Kuzey Afrika ve Güney Sahra ülkeleri bu suyu çıkarıp tarımda kullanmaya başlarsa gıda güvenliklerini sağlamış olurlar. Yani Avrupa ve ABD’nin köleliğinden kurtulurlar. Bu elbette BM güvenlik konseyindeki çoğunluğun menfaatleriyle uyuşmaz. Neden?
Meselâ Fransa’nın elektriğinin %75’i nükleerdir ve Fransa’da uranyum yok. Çad, Nijerya ve Mali’den gelir uranyum. Keza Cezayir’in muazzam doğal gaz kaynakları, Libya petrolü, Mali altını, Sierra Leone elması, kahve, kakao ve daha ne varsa Batı’nın tapulu malıdır. Eğer Fas-Mısır-Etiyopya-Sierra Leone dörtgenindeki ülkeler Sahra’nın altındaki suya erişirse bu Avrupa ve ABD’nin hızla fakirleşmesi demektir. İspat?
Kaddafi döneminde Libya’da inşaa edilen 2820 km’lik dev sulama projesi, günlük 6,5 milyon m3 tatlı su tedarik ediyordu. Güneşin sayesinde yılda 2 kez hasat yapılabilen verimli topraklar sayesinde Libya gıda güvenliğini sağlamak üzereydi. 2011’de NATO uçakları sulama projesinin kanallarını, pompa istasyonlarını ve boru fabrikasını vurdular. Yani Afrika bir kez daha Batı eliyle açlığa ve susuzluğa mahkûm edildi.
Eğer BM su konusunda gerçeği söylemek isteseydi şöyle demesi gerekirdi:
“… Afrika ülkeleri başta olmak üzere çoğu ülke kendi su kaynaklarını verimli kullanamıyor. Enerji, teknoloji ve sermaye bir araya getirilse dünyada hiçbir su problemi kalmayacak. Ama IMF ve Dünya Bankası kanalıyla sürekli soyuldukları için toparlanamıyorlar. Dahası bu ülkeler sömürge valileriyle yönetiliyor ve halk ne zaman kendi menfaatlerini koruyacak bir lideri başa geçirse askeri darbe ile devriliyor …”
Zenginlerin havuzunu doldurmak için fakirleri susuzluktan öldürecekler mi?
“… Su, özel yatırımcılar için son altyapı ufkudur …” (John Bastin, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası)
2001 senesinde 200 milyar $ olan su pazarı, bugün 1 trilyon $ olarak tahmin ediliyor. Kişi başına su tüketimi her 20 yılda bir iki katına çıkıyor. Bu artış hızı, dünya nüfus artışının 3 katı. En zengin 1 milyar insan, dünyadaki bütün mal ve hizmetlerin %86’sını tüketiyor. Amerikalılar ve Avrupalıların köpek mamasına harcadıkları para, insanlığa asgari gıda ve sağlık hizmeti vermek için yetecek bir miktar. Dünyadaki bütün çocuklara ve gençlere eğitim vermek isteseydik, Amerikalıların bir yıllık makyaj masrafından daha az bir paraya ihtiyaç duyardık… Liste uzun. Maksadımız elbette acındırmak yahut Batılıları canavar gibi göstermek değil. Gelir dağılımındaki bu dengesizlik bize şunu gösteriyor: Eğer su diğer mallar ve hammaddeler gibi küresel piyasalarda el değiştirmeye başlarsa en zengin 1 milyar insanın, en fakir 2 milyarı ölüme mahkûm etmesi an meselesi olur.
Somut olarak? Suyun mallaşması, 50.000 fakirin içme suyuyla 50 zenginin yüzme havuzunu aynı açık arttırmada yarıştıracak. Sonucu belli, şikeli bir maç. Endüstriyel şirketlerin ve gıda devlerinin su ihtiyacı piyasa aracılığıyla yarışırken suyun her damlası en fazla ödeyenin elinde kalacağına şüphe yok.
Su ile ilgili hizmetleri kim ödeyecek?
Suyun özelleştirilmesine itiraz ettiğimiz bu noktada serbest piyasa lehine şöyle bir sorgulama yapılabilir:
“… Suyun yer altından çıkarılması, göllerden pompalanması, arıtılması, evlere dağıtılması veya şişelenmesi bedava değil. Bütün bunları kim ödeyecek? Eğer “su herkesin hakkıdır, devlet ödesin, bedava veya çok ucuza bu hizmeti versin” dersek devletler başka yerlerden topladıkları vergileri su hizmetlerine harcayacaklar. Bu da suyu az kullananların, çok kullananlar için ödemesi demektir …”
Serbest piyasanın fiyatı belirlemesini savunan bu tür liberal argümanlar yaklaşık 30 yıldır seminer ve forumlarda ifade ediliyor. IMF, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler’in de resmî görüşü bu yönde. Dahası, “su karteli” dediğimiz ve sayıları 10’u geçmeyen, yıllık su satış geliri 1 trilyon civarındaki firmalar da bunu söylüyor ve fonladıkları düşünce kuruluşlarına bunu söyletiyorlar. Fakat bu liberal argümanın çok sayıda zayıf noktası var. Biz gerek Türkiye ve gerekse İslâm dünyası açısından önem arzeden 4 itirazımızı dile getirmekle yetineceğiz:
- Serbest piyasayı savunmakla beraber, su karteli serbest rekabet yapmıyor. Lobi ve her tür baskı aracını kullanarak küçük su şirketlerini satın alıyorlar. Bu satın alma yarışı liberal bir rasyonalite içinde değil kapitalist bir oburlukla yapılıyor. Yani kısa vadede yapılan operasyonlar kârlı değil hatta küçük şirketler satıldıktan sonra iflas ediyor/ettiriliyor. Ama bu tekelleşme, kapitalist/kartelci rasyonaliteye uygun. Zira yerel su kaynakları, arıtma tesisleri, boru hatları, depolar, su dağıtım şebekeleri büyük ölçüde yok edilince piyasadaki aktör sayısı azalıyor. Böylece su karteli rekabetsiz ortamda fiyatı kolayca yükseltebiliyor. 2003’te Birleşmiş Milletler’in Cenevre’de düzenlediği konferansta Yılmaz Akyüz’ün belirttiği gibi su konusundaki yatırımların %75’i altyapıyı geliştirmiyor; tersine rakip firmaları satın almaktan ibaret. (UNCTAD – UN Conference on Trade and Development)
- Su kartelinin üyeleri kendi aralarında da serbest rekabet yapmıyorlar. Yani kullanıcı/vatandaşın menfaatlerine hizmet edecek bir kalite yarışı veya fiyat savaşı yok. Dev ihaleler şeffaflıkla değil tersine kapalı kapılar ardında sonuçlanıyor. Meselâ Arjantin’in başkenti Buenos Aires’deki su şebekesinin ve arıtma tesislerinin yenilenmesi için 1 milyar $ tutarında bir ihale açıldı. Fakat para, ihaleyi ve dağıtım ayrıcalıklarını kazanan Suez değil Dünya Bankası tarafından ödendi… Tabi kamuya borç olarak. Suez sadece 30 milyon $ çıkardı cebinden.
- Faturası, vergisi, muhasebesiyle resmen ticaret kapsamına alınmamış su kaynakları her ülkede milyonlarca insan için hayatî önemi haiz. Derelerden, göllerden, ortak kuyulardan su çekerek tarla suluyor ve hayvanlarına su içiriyor insanlar. Kayıtlı ekonomide gözükmeyen ancak tarımda, yerel endüstride vazgeçilmez değeri olan bu “hizmet” (gerçekte nimet) su karteli tarafından mallaştığında devlet vergi almaya, GSMH yükselmeye başlıyor. Ancak Paris’te, Londra’da oturan kravatlı bir eşkıyanın eline bir tıklamayla bu insanları susuzluktan öldürme imkânı da verilmiş oluyor. Biz Akdeniz’i geçerken boğulup Fransız ve İtalyan plajlarına vuran cesetleri gördüğümüzde iş arayan, savaştan veya açlıktan kaçan mülteciler olduklarını düşünüyoruz. Aslında suyun özelleşmesi artıkça fakirler kendi bahçelerini dahi sulayamaz duruma düşüyorlar. İç savaşlar, açlık ve sefalet, birçok ülkede suyun özelleştirilmesinden sonra başlıyor.
- Suyun şişelenmesi veya sayaçtan geçerek insanlara, tarla, otlak ve işletmelere dağılması, ekonomiyi Amerikan dolarına endeksliyor. Hükümetlerin su karteline dolar cinsinden ödeme yapması ve yerel dövizin dolar karşısındaki değerinin düşmesi, köylüleri küresel krizlere karşı savunmasız hale getiriyor. Haritada yerini bile bilmedikleri bir ülkede çıkan petrol savaşı veya altın, bakır, nikel, doğal gaz fiyatlarındaki ani bir oynama milyonlarca insanı susuz bırakabilir.
Ekonomi hayatın parçasıyken hayat ekonominin parçası oldu
Günümüzden asırlar önce, sıcak bir bölgede yaşamış bir tarım toplumunda da bir miktar suyun parayla satıldığını yahut bir çuval buğday karşılığında takas edildiği hayal edebiliriz. Ancak bugün aşırı finansallaşmış ve küreselleşmiş bir ekonomide yaşıyoruz ve aradaki fark çok büyük. Nedir? Komşuları açken çuvallar dolusu buğday stoklayan bir çiftçinin nefsanî hırsları insanlığın değil sadece o köyün problemiydi. Ama dünyadaki bütün çiftçilerin ve buğday tüccarlarının açgözlülüğü birleşip Chicago emtia borsasında tecessüm ettiği zaman işin rengi değişiyor. 2010 senesinde Amerikan Kongresi’nin emriyle hazırlanan bir raporda kâğıt üzerindeki buğdayın dünyadaki gerçek buğdaydan 50 kat fazla olduğu yazıyordu. Yani yatırımcılar “verin buğdayımı” dese dünyadaki bütün insanları açlıktan öldürdükten sonra 49 tane daha dünya bulmamız gerekirdi. Bugün aynı durum su için geçerli. Daha doğrusu bunun olması için BM, Dünya Bankası ve su karteli birlikte 30 yıldır çalışıyorlar.
Borç batağındaki ülkelere şantaj yaparak faiz indirimi karşısında suyu özelleştirme şartı koşuyor IMF ve Dünya Bankası. Su karteli fiyatları 3 veya 4 kat arttırıyor. Fabrikada üretilmiş bir mal gibi satılan su, herkesin alıp içemeyeceği bir şey haline geldi. Fakat sorun burada bitmiyor, tersine başlıyor: Gıda ihracatı yapan firmalar verimli topraklara el koyarak Avrupa ve Amerikalılar için kırmızı et üretmeye başladılar. Bir kilo elma için 700 litre, patates için 900 litre su harcanırken 1 kilo kırmızı et için 15.500 litre su gerekli. Yani silah zoruyla fakirleştirilmiş ülkelerde yaşayan insanlarla onları soyan ülkeler aynı su piyasasında yarışıyor… Ne için? Kendi ülkelerinde yağan yağmurun, nehir ve göllerin suyunu içmek için. Bu şartlarda yerli halka 1 şişe su satmak veya onları sebzeyle doyurmak yerine 15-20 insanı doyuracak sebzenin suyu, bir zenginin yiyeceği et için harcanıyor.
Dikkat ettiyseniz “fakir / geri kalmış ülke” demiyoruz zira bunlar soyulmuş yani fakirleştirilmiş ülkeler. “Borç” olarak onlara yazılan milyarlarca dolar da hiçbir zaman ellerine verilmiyor. Yani kaynakları kötü kullanan veya az çalışan insanlardan bahsetmiyoruz. Savaş, iç savaş ve darbe kıskacında, neredeyse aldıkları nefes için bile işgalci güçlere para ödemek zorunda bırakılıyorlar. Topraklarında altın var; uranyum, elmas ve daha nice kıymetli maden var. Ancak Libya’daki su tesislerinin bombalanmasında gördüğümüz gibi, işgalci güçler en şiddetli yöntemleri kullanmaktan çekinmiyor. Peki bugüne kadar suyunu çaldıran ülkeler kimler?
- Angola
- Benin
- Guinea-Bissau
- Honduras
- Nikaragua
- Nijer
- Panama
- Ruanda
- Sao Tome ve Principe
- Senegal
- Tanzanya
- Bolivya
- Yemen
Her gün milyarlarca $ değerinde ticari malın gemilerle geçtiği Panama kanalı ve Kızıldeniz’in güney kapısını tutan Yemen’in, Dünya’nın en zengin lityum yataklarına sahip Bolivya’nın G20 arasında bulunması gerekirdi. Oysa bu ülkeler IMF, Dünya Bankası ve su kartelinin vereceği bir bardak suya muhtaç(!)… Bu bile insana “bu işte bir bit yeniği var” dedirtiyor.
Suya “mavi altın” denmesi masum değil
“… 20ci yüzyılda petrolün taşıdığı öneme 21ci yüzyılda su sahip olacak; milletlerin refah sseviyesini belirleyen nadir ve değerli hammadde. Buenos Aires’ten Atlanta’ya ve Jakarta’ya kadar herkesin ihtiyaç duyduğu sıvı –ki gelecekte ihtiyacımız daha da artacak- özelleşecek ve dünyanın en büyük kazanç fırsatları çıkacak ortaya. Potansiyel kâr muazzam. İnsanlara ve şirketlere su satan firmalar yılda 400 milyar dolar kazanıyor. Su, petrol sektörünün %40’ına denk ve küresel ilaç pazarından %35 daha büyük… Ve bu sadece başlangıç …” (Shawn Tully, Fortune Dergisi, 15 Mayıs, 2000)
Herkese yetecek kadar su varken su satarak para kazanan bu mafya buz dağının görünen ucu. 17 yıl önce tutku ve hırs ile yazılmış şu satırların yansıttığı kâr arzusu gerçek meseleyi örtmesin nazarlarımızdan. O zamanlar 400 milyar olan su pazarı, bugün 1 trilyon $. Ama bu rakam IMF’nin ve Dünya Bankası’nın hükümetlere yaptığı baskıyı açıklamaya yetmez. Türkiye’nin GSMH’sından büyük olsa da dünya ölçeğinde 1 trilyon $ oldukça küçük sayılır. Meselâ 2008 krizinde “subprime” denen riskli emlâk kredileri bu hacme sahipti.
Sadece Dünya Bankası ve IMF değil NAFTA (North American Free Trade Agreement) ve WTO (World Trade Organization) da suyun parayla satılabilir bir ürün olarak tarif etmeye ısrarla devam ediyor. Keza Fortune, The Economist ve liberal düşünce kuruluşları 30 yıldır aynı çizgideler. İdeolojik bir saplantı gibi görünen suyu mallaştırma çabası, X firmasının Y ülkesinde yapacağı kârla açıklanamaz boyutta. Meselâ:
“… Akılcı çözümler üretmenin yegâne yolu suyu ticarî bir mal olarak kabul etmekten geçiyor …” (The Economist, 1992)
Yani ekonomistler, siyasetçiler, iş adamları suyla ilgili sorunları çözmek için farklı görüşler üretmiyorlar; 30 yıl önceden karar verilmiş tek bir görüş hepimize dayatılıyor. Birleşmiş Milletler su sıkıntısına (güya) çözüm aramak için düzenlediği seminere başlık olarak “Water Rights: Who Owns The Water?” diyor yani “Su hakları: Su kimin mülkü?”. Bu elbette önyargılı, zehirli bir soru: “Suyu nasıl paylaşalım?” diye sormak yerine peşinen hak ve mülkiyeti eşitlemek, zenginlerin gücünü adaletin yerine koymaktır. Adaleti piyasa ile üretmeye kalkarsanız “parası olan içsin, havuzunu doldursun, arabasını yıkasın, fakirler ölsün” demek dışında bütün yolları kapatırsınız.
Suya “mavi altın” denmesi masum değil. Petrole “kara altın” denmesi kıymetinden değil dolar karşılığı olmasından geliyordu. Petrolün yerine suyu koymak… Amaç kâr değil dolar değerini korumak çünkü su eksikliği yok, gerçekte enerji ve altyapı eksikliği var. Bunlar zaten Amerikan doları ile satılıyor. Yani 500 milyon veya 1 milyar insanı susuzluktan öldürmek şartıyla doların değeri (ABD’nin dünya üzerindeki tahakkümü) 1 asır daha korunabilir. İşte bunu gerçekleştirmek için 30 yıldır IMF ve Dünya Bankası borç verirken suyun özelleştirilmesini şart koşuyor.
Petro-dolar sisteminden su-dolar sistemine…
Petro-dolar sisteminin nasıl çalıştığını biliyorsanız müstakbel su-dolar sistemini de kolayca anlayabilirsiniz.
Petrol sıradan bir emtia olmadığı gibi Amerikan doları da sıradan bir para birimi değil. Petrol ticaretinin dolarla yapılması bu paranın değerini yapay olarak yükseltiyor. ABD ekonomisinin bütün zayıflıklarına (eskiyen altyapı, emeğin fiyatı, …) rağmen petrolün dolar cinsinden fiyatlanması, doların rezerv para olmasının en güçlü dayanağı. Dolar dışında bir parayla veya takasla petrol ticareti yapmaya kalkan ülkeler “terörist” ilân ediliyor; darbe ve işgâl dâhil her yol deneniyor. Uzun yıllar ABD’nin “dost ve müttefiki” olan Saddam ve Kaddafi’nin bir gecede “terörist” olması da altın karşılığı petrol satmalarından sonra oldu. Bugünlerde Pentagon, Suudi Arabistan’dan fazla petrolü olan Venezüella’ya “insanî amaçla” askerî müdahale yapmaktan bahsediyor. (Bkz. “Petrol kandan ağırdır” isimli e-kitap)
Petrol savaşları, petrolün azlığından değil çokluğundan çıkar. Yani “ver bana o petrolü” değil “sen satma, fiyat düşmesin” savaşıdır. Brezilya’daki yargı darbesinden Ukrayna’daki bölücü hareketlere ve Suriye’deki felâkete kadar her savaşta petrol kaynaklarının ve petrol yollarının tıkanması gayreti var. Çünkü petrolün fiyatı yapay krizler ve savaşlarla yükseltilir. Ham petrolün varili 1972’de 1,90$, 1981’de 34$ ve 2008’de 140$ oldu. Bu yüzden petrol fiyatındaki oynamalar kesinlikle üretim maliyeti veya rezervlerin tükenmesiyle açıklanamaz. Zaten petrol rezervlerinin bitmek üzere olduğu da doğru değil. 1960’larda “10 yıl sonra bitecek” denen petrol hâlâ bitmedi. Bitiş günü sürekli 10-20 yıl ileriye erteleniyor. Sürekli yeni kaynaklar bulunuyor ve eski kuyuların sadece %33’ü kullanıldı. “Kurudu” denilen kuyuların işletme kârı azaldığı için üretim durduruluyor.
Yakında su-dolar sistemine çevrilecek olan petro-dolar sistemi nasıl kuruldu?
2ci savaşın galibi ABD 1944’te yapılan Bretton-Woods konferansında yeni bir ekonomik sistemi (altın garantili doları) dünyaya dayattı. Petrol ithalatında sıkıntı çekmekten korkan ülkeler önemli miktarda dolar rezervi oluşturdular. O şartlarda dolar biriktirmek, kâğıt üzerinde altın almak gibiydi. Fakat 15 ağustos 1971’de ABD başkanı Nixon bu sisteme son verdi. İsyan eden ülkelere “dolar bizim paramız ama sizin probleminiz” dedi. 1973’te Suudi Arabistan’dan alınan bütün petrolün Amerikan dolarıyla ödenmesi resmileşti. 1975’te ise OPEC ülkeleri “koruma” ve silah yardımı karşılığında sadece Amerikan dolarıyla petrol satma kararı aldılar. Bütün bu tedbirler olmasa dış borcu GSMH’dan yüksek olan Amerika’nın para birimi ancak bir peçete kadar değerli olabilirdi.
Dolar kıskacından çıkmaya yeltenen ülkeler başkan Bush dönemide “axis of evil” (şeytan ekseni) diye fişlendi: Irak, Kuzey Kore, Suriye, Venezüella, İran… ABD’nin doları dünyaya dayattığı Bretton-Woods (1944) konferansında IMF, Dünya Bankası ve GATT’ın da temelleri atılmıştır.
IMF ve Dünya Bankası “yardım ettiği” her ülkede hukuk devletini geriletmiş, sefaleti ve savaşları arttırmıştır. Bugün suyu özelleştirmeyen hükümetlerin başına belâ olan GATT ise daha sonra WTO ve nihayet TPP olarak karşımıza çıktı. GATT/WTO/TPP doğayı, işçi haklarını ve hukuku ticarî mal derekesine düşüren bir anlaşmalar silsilesidir. Normal devletler para sıkıntısını çözmek için 3 şey yapabilir:
- Harcamaları kısmak,
- Vergileri arttırmak,
- Borç almak
Ama dolar basabilen ABD için 1 yol daha var: Karşılıksız para basmak. Normal şartlarda para basmak enflasyonu arttırır ama petrol yüzünden dolara olan talep o kadar yüksek ki ABD hiç bir ekonomik değer üretmeden dünyayı soyabiliyor. Doların altına endeksli olduğu yıllardan beri ihracat yapan devletlerin de dolar rezervi trilyonları buluyor. Doların düşmesi Çin, Almanya, Japonya gibi ihracat şampiyonlarına zarar verdiği için ABD para basarak bunlara şantaj yapıyor. Hatırlatalım, Amerika’da doların emisyon hacmine karar veren bir merkez bankası yoktur. FED özel bankalardan oluşan bir karteldir. FED’in hesapları ABD hükümetince kontrol edilemez ve kartel kimseye hesap vermez. Gariptir, ABD’nin altın rezervlerinin envanteri 1950’li yıllardan beri yapılmadı. O tarihte bile sayım örnekleme yoluyla yapılmıştı. Bugün muhtemelen ne ABD başkanı ne de kongre, altın rezervleri ve emisyon hacmi konusunda net bir bilgiye sahip değil. Zira Amerika’da doların emisyon hacmini ölçmeye yarayan finansal göstergelerin yayınlanması 2006’da durduruldu. Zaten 2008’de de kriz patladı.
Netice: Su sıkıntısı yok ama suyu kullanarak savaş çıkarmak isteyen bir çete var
Birleşmiş Milletler su için ısrarla “insan ihtiyacı” (human need) diyor ama asla “insan hakkı (human right) ifadesini kullanmıyor. Bu basit bir semantik meselesi değil. İhtiyaçlarınızı para ile satın alabilirsiniz ama insan hakkı satılamaz.
Bir yandan Birleşmiş Milletler ve bağlı organlar, diğer yandan GATT/WTO/TPP, Dünya Bankası ve IMF suyun ticarî bir mal olarak kabul edilmesini ve su kaynaklarının özelleştirilmesini destekliyor. Meselâ GATT’ın 11ci maddesine göre malların ihracat ve ithalatına her hangi bir sınır konması, kotalarla engellenmesi yasak. Yani su “mal” olunca (ing. Commodity) Suez gibi bir şirket Seyşel adaları’ndaki otellerin havuzunu doldurmak için Etiyopya’da milyonlarca köylüyü susuz bırakma hakkına(!) sahip oluyor.
Bu destek, en az 30 yıldır kesintisiz sürmekte. Suyun özelleştirildiği her ülke iç savaşın eşiğine geliyor. Çünkü su fiyatları 4 katına çıkıyor. Su taşıyan tankerler akarsuların ve göllerin suyunu ihraç etmeye başladı bile. Buna direnenler –Kanada gibi güçlü devletler bile olsa- WTO tarafından sıkıştırılıyor, ceza ödemek zorunda bırakılıyor. Su kaynaklarını ele geçiren 10 kadar şirket, petrolde olduğu gibi bir kartel oluşturdu. Nestlé, Coca-Cola ve Pepsi’nin de dahil olduğu bu kartel, bütün küresel güçlerden ve Anglo-Saxon medyadan şartsız bir destek almakta. Ancak kartelin 1 trilyonluk cirosu BM, GATT/WTO/TPP, Dünya Bankası ve IMF’den aldığı muazzam desteğin çok gerisinde. Yani mesele ticarî kârdan ibaret değil.
Kısacası suyu gerçekte olduğundan daha nadir gösterip su savaşı çıkarmak ve bu yolla Amerikan dolarının değerini yüksek tutmak isteyen bir çete var. Bu çetenin mağdurları çoğunlukla Müslüman. Sudan, Mısır, Orta Asya Türk devletleri, Hindistan ve daha birçok sıcak bölgede yaşayan yüz milyonlarca Müslüman var. Bu ülkelerin neredeyse tamamında Dünya Bankası ve IMF tarafından desteklenen baraj ve su kanalı projeleri ülkeleri savaşa itecek şekilde tasarlanmış. Nehrin yukarısındaki ülkelere hidro-elektrik santralle gelişme vaad ederken aşağısındaki ülkenin tarımını kuraklığa mahkûm ediyorlar. Tacikistan ve Kırgızistan örneklerinde olduğu gibi baraj yapan dağlık ülkenin verimli toprakları az olduğundan aşağıdaki ovalara muhtaç. Kırgızistan ve Tacikistan, elektriğe en çok ihtiyaç duyacakları kış aylarında su bırakacaklar ama bu Türkmenistan ve Özbekistan’da sele sebep olabilir. Tersine, Türkmenlerin ve Özbeklerin en çok suya ihtiyaç duyacağı yaz aylarında Tacikler ve Kırgızlar kış için su tutacaklar. Bu ülkelerin daha çok silaha yatırım yapması ve gelecek onyıllarda zarar görecek tarım üretimi yüzünden ithal gıdaya yönelmesi şaşırtıcı olmaz. Haliyle bölgede dolar talebi ve ABD tahakkümü de artacaktır.
Çözüm
İslâm ülkeleri su sıkıntısının tehdit ettiği diğer ülkeleri de (Güney Amerika’nın kuzeyi, Güney Doğu Asya) bir araya getirerek ortak bilim, ticaret ve hukuk komiteleri kurmalı ve bu komitelerle devlet başkanlarından sıradan vatandaşlara kadar herkesin uygulaması gereken somut önlemler ortaya koymalılar. Bu tür bir çalışmadan çıkabilecek muhtemel kararlar ve eylemler şunlar olabilir:
- Su kartelinin engellenmesi,
- Su sıkıntısı çeken yerel yönetimlere destek,
- Suyu “insan hakkı” olarak anayasalara koymak ve kanunla korumak,
- Soğutma, sulama ve deniz tuzunu arıtma gibi ihtiyaçlardan dolayı enerji gereksinimi artacağı için enerji konusunda işbirliği,
- Deniz suyundan sulama suyu elde etme,
- Deniz suyuyla tarım,
- Mülteci kentleri kurma konusunda ilerleme,
- Kentlerin alt yapısını (içme suyu, kanalizasyon vb) iyileştirme.
Daha genel anlamda Müslümanlar artık yüzlerini bilime ve teknolojiye çevirmeliler. Suyun korunması, gerçek hayata tekabül etmeyen ideolojilerin, aidiyet savaşlarının terk edilmesi için güzel bir fırsat oluşturabilir.
Su kartelini savunan düşünce(!) kuruluşları
- Global Water Partnership (GWP)
- gwpforum.org
- World Water Forum
- worldwaterforum.org
- World Water Council (WWC)
- worldwatercouncil.org
- European Services Forum (ESF)
- esf.be
- S. Coalition of Service Industries (USCSI)
- uscsi.org
Suyun özelleştirilmesiyle ilgili kitap, rapor ve makale başlıkları
- International Forum on Globalization: Special Report, Blue Gold: The Global Water Crisis and the Commodification of the World’s Water Supply by Maude Barlow.
- “Just Add Water”, by Jim Shultz, THIS, July/August 2000
- “Water Fallout: Bolivians Battle Globalization,” by Jim Shultz, In These Times, 5/15/00
- Monsanto’s Billion-Dollar Water Monopoly Plans, by Vandana Shiva, Canadian Dimension, February 2000
- See Monsanto’s Expanding Monopolies, Vandana Shiva, 1999
- “Trouble on Tap, S.F.’s Bechtel Group is privatizing water systems all over the world. Is its hometown next?” by Daniel Zoll, San Francisco Bay Guardian, 5/31/00
- “The Earth Wrecker, The company that won the contract to oversee the rebuilding of S.F.’s water system has a disastrous record worldwide,” by Pratap Chatterjee, San Francisco Bay Guardian, 5/31/00
- The Alchemy of Water”, Krystal Kyer
- commondreams.org/views02/0701-06.htm
- Blue Gold: The Battle Against Corporate Theft of the World’s Water, Tony Clarke and Maude Barlow, 2003, McLelland & Stewart
- CorpWatch India: Water www.corpwatchindia.org/issues/PII.jsp?topicid=109
- “Development Funds Encourage Privatization That Costs Nations Control”
- Nolen, Globe & Mail, June 29, 2002 www.commondreams.org/headlines02/0629-02.htm
- “Liquid Assets: Enron’s Dip into Water Business Highlights Pitfalls of Privatization”, Public Citizen, April 2002 – www.citizen.org/documents/LiquidAssets.pdf
- “Up Against the (Crumbling) Wall: The Privatization of Urban Services and Environmental Justice.” by David McDonald in Environmental Justice in South Africa 2002
- Water Manifesto: Arguments for a World Water Contract, Riccardo Petrella, Zed Books, 2001
- Water Wars: Privatization, Pollution, and Profit, Vandana Shiva, South End Press 2002
- Bolivia: Water Privatization Case Study: Cochabamba www.democracyctr.org/waterwar/index.htm “Bolivia’s War over Water”
- Brazil: Struggle Against the Privatization of Water www.fnucut.org.br/saneamento then click on”Brasil Luta e Resist INGLES.pdf”
- Ghana: “Why Water Privatization in Ghana Must Be Stopped” Report from Ghana National Coalition Against Privatisation of Water www.citizen.org/documents/ACF950.pdf
- United States: Case Studies of US Cities. “Water Privatization: A Broken Promise” www.citizen.org/cmep
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 80 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Petrolün fiyatının 50$ üzerinde kalması için yılda ortalama 75.000 insanın ölmesi gerekiyor. Süveyş kanalının Mısır tarafından kamulaştırılması, petrol krizleri, 6 sün savaşı, İran-Irak savaşı, Irak’ın işgali ve Suriye… İnsan kanıyla para basan bu makine 50 senedir asker, sivil, kadın çocuk demeden insan öğütmeye devam ediyor. Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler. Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı. Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor? Buradan indirebilirsiniz.
Savaş Meydanda Değil Masada Kazanılır
Dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa’nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini petrolsüz ve dövizsiz bırakıp boğabilecek bir güce sahip.(Bkz. Petro-dolar sistemi)
Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var. 21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar… Kitabı buradan indirebilirsiniz.
İslâm coğrafyasında sürüp giden petrol savaşları deniz yollarından ayrı düşünülebilir mi? Sudan petrolünü Çin’e taşıyan yol Yemen ve Malaka boğazından geçiyor. İran ve Arap petrolünü Avrupa’ya taşıyan yol ise Mısır’daki Süveyş kanalından. Akdenizi’in Atlantik kapısı olan Cebelitarık ve Pasifik’i Altantik’e bağlayan Panama da aynı “uygarların” kontrolünde. Bütün deniz yollarını kontrol eden bu ülkeler hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahipler hem de dünyadaki silahların %90’ını üretip satıyorlar. Ve aynı ülkeler sürekli dünya barışı ve özgürlük için çalıştıklarını söylüyorlar! Kendisini dünyanın mâliki gibi gören bu “uygarlığın” önüne çıkan liderler öldürülüyor, ülkeler işgal ediliyor, hükümetler darbe ile, halklar ise terörle “terbiye” ediliyor. Evet… Bu konulara odaklanan Fikir Kırıntıları serisinin 4cü kitabını ilginize sunuyoruz. Konu başlıkları şöyle:
- Bazı çocuklar çikolatadan nefret eder!
- Lityum savaşları başladı!
- Savaşsızlık, barış değildir!
- Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın!
- Denizlere hâkim olanlar nasıl dünyaya hâkim oldular?
- Modern savaşlarda neden insan değersizleşiyor?
- Teröre karşı sıradan vatandaşların yapabilecekleri 3 şey
“Fikir Kırıntıları-4” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir. Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi? Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu savaşta asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…) Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları… Buradan indirebilirsiniz.
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu. İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير) Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle: Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
- 6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler:Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik? “Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın(intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir. İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”. İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeleryerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz. Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor. Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu. 15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir? Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor. Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.