İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası / Mearsheimer, Walt
By Süleyman Kibar on Ağu 27, 2018 in Dış Politika, İslâmistan, İsrail, Jeopolitik, Kitap Sohbeti, siyonizm
“Amerika’nın kendi programlarını kabul etmemiz için yaptığı baskıya gelince, şunu söylemeliyim ki bu sopa değil havuç yolu ile yapılan bir baskıydı; her ne şekilde olursa olsun, Amerikalılar bizi asla yaptırımla tehdit etmediler.” (Şimon Peres)
Neden? Neden İran, Irak, Çin, Türkiye gibi ülkelere “sopa” gösterilirken, İsrail’e “havuç” veriliyor. İsrail’in havucu hak etmesinin sebepleri mi var? İsrail vazgeçilemez bir müttefik mi? Birleşik Devletler-İsrail dostluğunun nedeni nedir? İsrail, Amerika için güvenilir mi? Amerika’nın İsrail’e olan yardımı, “kendi ayağına sıkmak” mı oluyor?
John J. Mearsheımer ve Stephen M. Walt, iki realist profesör tarafından yazılan “İsrail Lobisi ve Amerikan dış politikası” adlı kitap az önce belirttiğimiz sorulara cevap veriyor. İsrail ve Amerika’nın kadim dostluğuna geniş bir perspektiften bakıyor. Uluslararası ilişkilerde Mearsheimer ve Walt Amerika’nın en ünlü realist teorisyenlerindendir. Halihazırda, Mearsheimer Chicago Üniversitesi’nde Walt ise Harvard Üniversitesi’nde siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında profesörlük yapmaktadırlar. Birleşik Devletlerin Ortadoğu’daki politikalarına da eleştiri getiren yazarlar, geçmişteki olaylar ile geleceğe ışık tutuyorlar. Gerek son zamanlarda yaşanan Trump’ın Kudüs’te İsrail’i destekleyişi gerek imzaladığı ambargolar bizi bu kitabı incelemeye teşvik etti.
* * *
Bugüne kadar Birleşik Devletlerde bir konu hariç her konuda politikacılar tartışmalara girdi. Sadece bir konu hakkında rakip politikacılar dahi aynı safı tuttular. Senatörler sorgusuz sualsiz, bir “mendile” imza attılar. Her kim gelirse gelsin ilk konuşmasında o konudan övgü dolu sözlerle bahsetti.
Bugünkü bahsettiğimiz konu uzun yıllara dayanan Birleşik Devletler ve İsrail dostluğudur. Barack Obama seçim döneminde Kutsal Toprakların işgaline ve Filistinlilere yapılan eziyetlere duyarlı davranmış ve İslam dünyasını ümitlendirmişti. Daha da ileri giderek İsrail’in “işgal” ettiği toprakları geri vermesini istemişti. Lakin seçildiği gün bu isteğinden vazgeçmiş aksine İsrail’e övgü dolu sözlerle seslenmişti. Tıpkı Bush, tıpkı diğer Birleşik Devletler yöneticilerinin yaptıkları gibi.
Uzun yıllardır Birleşik Devletler övgü dolu sözlerin akabinde sadece sözde olmayan bir ülke olduklarını kanıtlayarak İsrail’e tarihte eşi benzeri olmayan ciddi yardımlarda bulundular halen bulunmaktalar. Üstelik İzak Rabin, Netanyahu gibi İsrail yöneticileri İsrail’e yapılan bu cömert yardımı es geçmiyor, İzak Rabin sözlerlerinde şöyle yer veriyordu: “Amerikanın muhteşem halkına, tarihte eşi görülmemiş cömert desteğiniz, anlayışınız ve iş birliğiniz için hiçbir kelime teşekkürlerimizi ifadeye yetmez.” Netanyahu ise şöyle diyordu: “ABD, İsrail’e siyasi ve askeri desteğin ötesinde, ekonomik anlanda da cömert ve muhteşem yardımlarda bulundu. Amerika’nın yardımıyla, İsrail bugün güçlü, modern bir devlet haline gelmiştir.”
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Birleşik Devletler her şeye rağmen uzun süredir İsrail’e ekonomik, askeri ve siyasi cömert yardımlar yapmaktadır. Bu yardımlar kimi zaman Ortadoğu’da Birleşik Devletlere stratejik olarak zarar verse de dediğimiz gibi “her şeye rağmen” devam etmektedir. Bu desteğin sağlanmasındaki baş aktör Birleşik Devletlerin yönetiminde etkili olan İsrail lobisidir.
Geçmişe Dayanan Dostluk
Birleşik Devletler ve İsrail ilişkileri resmi olarak İsrail kurulduğundan beri devam etmektedir. İsrail’in kurulmasındaki baş aktörün Birleşik Devletler olduğunu hatırlamakta fayda var. Lakin Birleşik Devletler’in Yahudilerle olan ilişkileri 1880 tarihine kadar dayanır zira 19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’dan göç eden Yahudilerin büyük bir kısmı Amerika’ya gitti. Öyle ki Avrupa’dan göç eden 4 milyon Yahudi’nin sadece 400 bine yakını Filistin bölgesine göç etti. Tarihçilere göre, Woodrow Wilson’un 1917 Balfour Deklarasyonuna destek vermesinin en önemli nedeni Yahudi dostlarıydı. İlginçtir ki, 1919 yılında Paris Barış Konferansı tarafından Filistin bölgesine inceleme amaçlı bir heyet gönderildi. Heyetin raporu, halkın siyonist işgallere karşı olduğu bu yüzden de burada bir Yahudi devletinin kurulamayacağını söylüyordu. Bu rapora sessiz kalan Birleşik Devletler bölgeyi İngiltere ve Fransa’nın ellerine bıraktı.
Birinci Dünya savaşında pek aktif rol almayan Birleşik Devletler, ortadoğu bölgesi için sadece sözde destek politikası izlemekteydi. İkinci Dünya Savaşıyla beraber ve İngiltere’den dünya liderliğini alan Birleşik Devletler; yeni, güçlü, ihtiyaç duyulan bir kaynağın yani petrolün kontrolünü sağlamak ve o bölgede Sovyetlerin etkisinin artmamasını istemekteydi. Bu yüzden kuruluşunu desteklediği İsrail’e açık bir yardımda bulunmuyor hatta İsrail’i riskli bir konumda görüyordu. Zira İsrail’in maddi olarak desteklenmesi Birleşik Devletlerin araplarla olan ilişkilerini zor duruma sokacak bu durum nihayetinde Sovyetlerin bölgeye nufüzü etmesini kolaylaştıracaktı. Bu yüzden 1950’li yıllar hükümet bazında sözde destekler ile geçti. İsrail’in talep ettiği Amerikan silahları ve güvenlik teminatı kibarca reddedildi. 1950 yıllarında İsrail’e yapılan maddi yardımlar kişiler bazında oldu. Şimon Peres’in hatıratında 1950 ve 1960 yıllarında yapılan şahsi yardımların İsrail’in gizli nükleer programını finanse ettiği belirtiliyor.
Aynı dönemlerde İsrail ve Birleşik Devletler ilişkileri diplomatik anlaşmazlıklar da yaşadı. 1953’te İsrail BM’de bir kanal projesini reddedince Birleşik Devletler verilen desteği kesmek ile tehdit etti ve İsrail geri adım atmak zorunda kaldı. Benzer tehditler 1956’da Süveyş Kanalından geri çekilmesi için de kullanıldı. Bu dönemelerde “sopa” göstermek yeterli iken ileriki dönemlerde sopa yerine havuç gösterilecekti. Zira 1967 yılında kabul edilen, İsrail’in Altı Gün Savaş’ında elde ettiği topraklardan geri çekilmesini öngören anlaşmada; İsrail, Birleşik Devletlerin ilave Amerikan uçağı verme garantisinden sonra anlaşmayı kabul etmiştir. 1969’da İsrail ile Mısır arasında yaşanan Sürtüşme Savaşı sırasında İsrail tarafı ateşkesi ancak teslimatı olacak uçakların sayısının artma garantisi ile kabul etmiştir. Bu dönemde Şimon Peres şöyle söylemiştir: “Amerika’nın kendi programlarını kabul etmemiz için yaptığı baskıya gelince, şunu söylemeliyim ki bu sopa değil havuç yolu ile yapılan bir baskıydı; her ne şekilde olursa olsun, Amerikalılar bizi asla yaptırımla tehdit etmediler.”
Modern Zamanda Dostluk İzleri
Bu durum yıllar boyunca devam etti. 1978 tarihinde İsrail Mısır savaşı sonucunda imzalanan Camp David sözleşmesinde geçen bir madde şöyledir: Amerika, F-16 uçakları da dahil olmak üzre, İsrail’in bütün askeri ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Aynı şekilde sözleşme görüşmeleri sırasında ve öncesinde de Birleşik Devletler desteği azalmamış aksine yadsınamayacak bir şekilde artmıştır. 1975’de 1.9 milyar dolar yardım yapan Birleşik Devletler Sina II anlaşmasının sonucu ardından 1976’da yaptığı yardımı 6.29 milyar dolara çıkarttı. Mısır ile yapılan barış antlaşmasından sonra ise bu yardım miktarı 10.9 milyar dolara çıktı.
Belirtmekte fayda var ki, Birleşik Devletler İsrail’e karşı kimi zaman yardımları askıya almıştır lakin bu kesintiler sembolik ve kısa ömürlü olmaktan kaçamamıştır. İsrail bugün, Birleşik Devletlerden, resmi rakamlara göre, doğrudan dış yardım olarak her yıl 3 milyar dolar almaktadır. Son yıllarda sağlanan Amerikan desteğinin %75’i askeri niteliktedir. Yılda 3 milyar dolar çok cömert bir yardımdır lakin hikaye burada bitmiyor. Bu 3 milyar dolarlık yardıma ilave olarak da birçok ek yardım paketi çıkarıldı. Bu sebeple diyebiliriz ki 3 milyar dolar Birleşik Devletlerin İsrail’e yaptığı yardımın gerçek miktarını göstermemektedir. 1991 yılında bir Amerikalı temsilci gazetecilere, gerçek yardımların resmi rakamları geçtiği 3 ülkeden biri olarak İsrail’i söylüyor ve yıllık rakamın 4.3 milyar doları bulduğunu belirtiyordu.
1982’de dış yardım kanununa yapılan bir ilave ile İsrail, aldığı yıllık yardımı mali yılın ilk 30 gününde kullanma hakkına sahip oluyordu. Bu bir insanın tüm yıl boyunca aldığı maaşı ocak ayında alması gibi bir durum. Amerika ayrıca yardımın nasıl kullanıldığına da göz kapatıyordu. İsrail Amerikan yardımı alan ülkeler arasında aldığı yardımı nasıl harcayacağı konusunda hesap verme zorunluluğunda olmayan tek ülkedir. Amerika’nın diğer ülkelere yaptığı yardımlar sivil toplum örgütleri veya bazı projeler üzerinden olmaktadır. İsrail içinse bu durum geçerli değildir zira İsrail’e yapılan yardımlar hükümetten hükümete doğrudan peşin olarak aktarılmaktadır. Doğrudan ve peşin olarak aktarılan paranın da nerede kullanıldığını kontrol etmek imkansızdır. Amerika’nın muhalif olduğu davranışlarda kullanılıyorsa bile Amerika bu durumda elleri kolları bağlı bir şekilde oturmaktadır. Örneğin: Verilen yardım parası ile Batı Şeria’da yerleşim birimleri inşa ediyorlarsa, ki bu Amerika’nın muhalif olduğu bir durum, Amerika bu konuda engellemek adına hiçbir adım atamamaktadır.
Kadim Dostluğa Dayanan İş Birliği
İsrail’in aldığı yardımlar sadece ekonomik değildir. Hatta son yıllarda yapılan yardımların %75’nin askeri nitelik taşıdığını söylemiştik. Askeri yardımlarda da ekonomik yardımlarda cömert olduğu gibi davranan Birleşik Devletler, gerek rezerv, gerek ar-ge, gerek direkt olarak üstün teknoloji silahlar ile (F-15, F-16, Blackhawk helikopterleri, parça tesirli bombalar, akıllı bombalar vb.) desteklerle cömert tutumunu devam ettirmektedir. İsrail övüp durduğu tankı Markeva’yı Amerikan desteği sayesinde üretmiştir. Eğer sağlanan Amerikan teknolojisi ve ekonomik yardımı olmasaydı İsrail Markeva tankını ancak çok daha sonraki yıllarda üretebilirdi.
Askeri alandaki iş birliğinin bir ayağı da istihbarat alanında yapılan iş birliğidir. Birleşik Devletler ve İsrail arasındaki iş birliği 1950’lilerin sonuna dayanmaktadır. Öyle ki iki ülke 1985 yılına gelinceye kadar çoktan yirminin üzerinde istihbari anlaşmaya imza atmıştır. Soğuk Savaş döneminde İsrail, Birleşik Devletlere Sovyetler’den ele geçirilen silahlara erişim hakkı vermiş ve Sovyet bloğundan gelen göçmenlerden elde edilen raporları sağlamıştı. Bunun karşılığında ise Birleşik Devletler, rehine kurturma operasyonlarında İsrail’e uydu görüntüsü sağlamış ve Afrika’daki istihbari operasyonları finanse etmiştir. Dikkat çekici olan bir durum da şudur ki, Birleşik Devletler en yakın NATO müttefikinden sakındığı belli istihbarat bilgilerinden İsrail’in faydalanmasına izin verdi. Özellikle, İsrail’e gelişmiş, KH-11 istihbarat uydusundan alınmış bilgilere sınırsız erişim imkânı tanıdı.
Birleşik Devletler, kitle imha silahlarına karşı olan net ve negatif duruşuna rağmen İsrail’in bu silahları üretmesine ve özellikle 200 nükleer silahı biriktirmesine göz yumarak, İsrail’in bölgesel üstünlüğünü perçinlemesini ve muhafaza etmesini destekledi. Amerikan hükümeti onlarca ülkeyi 1968 yılında Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşmasını (NPT)’nı imzalamaya zorlarken İsrail üzerinde herhangi bir baskı yapmamıştır. 1960’lı yılların başında her ne kadar Kennedy yönetimi İsrail’in nükleer çabalarını kısıtlamak istediyse de kısıtlayamadı. Bunun için Amerikalı bilim adamları İsrail’i kontrol amaçlı gerçekleştirdiği Dimona nükleer araştırma tesissinde bir iz bulamamışlardır. Zira İsrail tarafından sürekli olarak bilim adamları kısıtlanmıştır. İncelemelerine izin verilmemiştir.
İsrail ve Nükleer Silahlar
İsrail sahip olduğu nükleer cephane akabinde biyolojik ve kimyasal silah programlarını yürütmektedir ve hiçbir biyolojik ve kimyasal silah anlaşmasına da imzasını koymamaktadır. Koysa bile güvenilir olmayacağı çok açıktır. Zira, İsrail zamanında elinde bulunan Amerikan teknolojisini Çin gibi rakiplere satarken, Amerika’dan aldığı parça tesirli bombaları Lübnan’da sivillerin üstüne atarken, Golan tepeleri ve Kudüs’ün bir kısmını kendi topraklarına katarken güvenilir bir müttefik olmadığını göstermiş böylece Amerika’nın İsrail’e duyduğu güven sarsılmıştır. Yine de buna rağmen İsrail’e süren destek devam etmiş hatta yıllar içinde artmıştır.
İncelememiz gereken bir nokta ise bu cömert yardımların hangi argümanlara dayanılarak yapıldığıdır. İsrail stratejik olarak çok önemli bir partner mi ki bu denli bir yardım almaktadır? İsrail bu yardımı hangi gerekçelerden dolayı hak ediyor veya etmiyor? İsrail’in bu yardımları almasının ahlaki bir argümanı olabilir mi? Şimdi ise bu soruları cevaplandırmaya, Birleşik Devletler temsilcilerinin İsrail’e yardımda gösterdiği stratejik ve ahlaki argümanları inceleyeceğiz.
Stratejik Argümanlar
Birleşik Devletleri’n yaptığı bu denli yardım, Amerika’nın kendi stratejik çıkarlarına hizmet ettiği sürece bu yardımı anlayabilirdik. İsrail önemli petrol veya doğalgaz kaynaklarını kontrol etmiş olsaydı neden böylesine bir paranın ceplerine girdiğini anlayabilirdik. İsrail’in Amerika ile olan ilişkisi bölgede Amerika’ya daha fazla dost kazandırmış olsa bu yardımın neden bu denli büyük olduğunu kavrayabilirdik.
İsrail’in Birleşik Devletlere sadece zarar verdiğini söylemek gerçek dışı olacaktır. İsrail, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler karşısında Birleşik Devletleri’n yanında geniş bir alanda mücadele vermiştir.
“Mazlum” İsrail
1948’de İsrail kurulduğunda, Birleşik Devletler yöneticileri İsrail’i riskli, zayıf ve stratejik bir değer olarak görmüyorlardı. Başkan Truman’ın yardımcıları İsrail’e yakın durmanın bölgede Araplarla olan ilişkiyi zedeleyeceğini ve zaman geçtikçe Birleşik Devletleri’n bölgedeki konumunu kaybedeceğini söylüyorlardı. Başkan Truman’ın İsrail’i tanıması ve BM bölme planına destek vermesinin sebebi stratejik nedenlere dayanmıyor, Yahudilerin çektiği ıstıraptan dolayı duyduğu sempatiye yatıyordu. Aynı zamanda Yahudilerin eski vatanlarına kavuşmaları için destek vermenin bir dini gereklik olduğu ve Amerikalı Yahudi seçmenin oyunu alabileceğine de dayanıyordu.
Soğuk Savaş’ta İsrail
Soğuk Savaş’ın en çekişmeli yıllarında ise Amerika için belirli bir süreliğine stratejik öneme sahipti. Örneğin, 1956’da bir İsrail ajanı Sovyet Başbakanı Nikita S. Kruşçev’in Stalin’i eleştirdiği gizli konuşmasını ele geçirdi. İsrail bu belgeyi derhal Amerika’ya iletti. İsrail içlerinde Mig-21 (Sovyet Avcı Uçağı) gibi teçhizatları, silahları ve belgeleri Amerika ile paylaştı.
Mısır, Suriye ve Irak gibi Sovyet müttefiki devletlerin güçlerini İsrail’in dengelediği de bir gerçektir. Unutulmamalıdır ki, Birleşik Devletleri’n İsrail’e olan bu yakınlığı bu ülkelerin Sovyetlerin şemsiyesinin altına girmesinin başlıca nedenidir. Örneğin; Mısır ve Suriye 1950’lerin başından itibaren İsrail ile sert bir çatışma içinde yer aldılar. Bu çatışmalar esnasında Birleşik Devletleri’n herhangi bir desteğini göremediler. Yıllar ilerledikçe, kendilerinin faydalanamadığı destekten, İsrail’in faydalandığını gördüler. O dönemde İsrail’e karşı kullanılacak olduğundan dolayı Amerika, Mısır ve Suriye’ye silah vermeyi reddetti. Reddedişin üstüne 1955 yılında gerçekleşen Mısır askeri üssüne olan saldırıda ciddi can kayıpları hali ile Mısır’ı silah almaya itti. Silahları Amerika vermediğine göre onların da Sovyetlere gitmekten başka çaresi yoktu. Bu durum Sovyetler Birliği için bölgedeki dönüm noktalarından biridir. Belirtmekte fayda var ki, İsrail’in en büyük silah tedarikçisi 1967 yılına kadar Fransa olmuştur.
İsrail’in neredeyse iki elin parmağını geçmeyecek katkılarını abartmamak gerekir zira İsrail’in sağladığı hiçbir bilgi, verdiği destek Soğuk Savaş esnasında hayati derecede öneme sahip olmamış. Süper güç dengesini kritik manada sarsmamıştır.
Eski bir CIA ajanına göre İsrail’in bölgede sağladığı istihbari desteğin güvenirliğinden ve faydasından şüphe edilmekteydi. CIA ajanının belirttiğine göre; “İsrail’in Arap dünyasının hakkındaki siyasi istihbaratının kalite düşüklüğü karşısında şaşkına döndüm. Taktik askeri istihbarat birinci sınıftı. Ancak İsrailliler düşmanlarını tanımıyorlardı. Ellerindeki siyasi istihbarat bilgileri komik derecede kötüydü. Çoğunluğu dedikodu malzemesinden ibaretti.”
Bunun yanı sıra İsrail bölgedeki diğer Amerika çıkarlarını korumakta güvenilir bir müttefik olmadı. İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi bölgeyi istikrarsız hale getirdi ve Hizbullah gibi örgütlerin kurulmasına sebep oldu. Bu örgütün Amerika’ya karşı düzenlediği saldırılar 250’den fazla Amerikan askerinin ölümüne sebep oldu. Batı Şeria’yı ve Gazze’yi Amerikan silahları ile sömürge altına aldılar, masum insanları öldürdüler.
İsrail’in “Jeostratejik” Önemi
İsrail’in jeostratejik bir önemi de bulunmamaktadır zira Basra Körfezi petrolüne ulaşım için Birleşik Devletlere hiçbir katkı sağlayamamaktadır. Soğuk Savaş döneminde Basra Körfez’ine doğru hareket eden Sovyet ordusunu durdurmak için İsrail ordusunun kullanılması fikri ortaya atılınca, İsrailli yetkililer bu fikri uçuk bulmuşlardı. Bir Pentagon yetkilisi sözlerinde İsrail’in önemi için şu sözlere yer veriyor: “1980’li yıllarda Orta Doğu için ihtimal hesapları yaparken, vakaların %95’inde İsrail’in herhangi bir kıymeti olmadığını anladık.”
1980’lerin sonunda İran-Irak savaşında Basra Körfezi’ndeki petrol tankerlerinin güvenliği tehlikeye düştüğü zaman İsrail’in körfez için yapacağı yardımların ne kadar sınırlı olduğu ortaya çıktı. Birleşik Devletler ve bazı Avrupa müttefikleri petrollerin güvenliğini sağlamıştı. İsrail ise bu vakada görev almamıştı.
Soğuk Savaş dönemi için İsrail’in bir miktar stratejik değeri olduğu iddia edilebilse de bu değer yine de Amerika’nın neden böylesine bir yardım yapması gerektiğini açıklamamaktadır.
Teröre Karşı Ortak Mücadele Argümanı
11 Eylül saldırısı ardından İsrail’e yürütülen ortaklıkta gösterilen yeni gerekçe ise teröre karşı ortak mücadele oldu. Bu gerekçe İsrail ve Birleşik Devletleri’n aynı terör gruplarıyla savaştığı ve bölgede teröristleri destekleyen “haydut” devletlerle mücadele ettiğini göstermektedir. Gerekçeye göre, terörist grupların İsrail ve Birleşik Devletleri’ni seçmelerinin sebebi; bu grupların Yahudi-Hristiyan değerlerine, kültürüne ve demokratik ögelerine karşı antipati duymalarıdır.
Öncelikle sormak gerekir ki, terör ve terörizm nedir? Genellikle siyasal bir dava uğruna girişilen, toplumu korkutmaya, yıldırmaya yönelik her türlü eyleme terör denir. Terör eylemlerinin tümüne de terörizm denir. Terörizm bir teşkilat veya düzenli bir ordu değildir. Terörizm, savaş ilan edilebilecek bir yapı değildir. Kendisinden güçlü bir yapıyı demoralize etmeye, korkutmaya veya şaşırtmak amacıyla güçsüz grupların sınır tanımadan yaptıkları eylemlerdir. Terörizm ülkelerin de kullandıkları maşalardır. Örneğin, Siyonistler İngilizleri Filistin’den çıkarıp kendi devletlerini kuruncaya kadar terörizmi kullanmışlardır. 1946 yılında King David Otel’ine yapılan bombalı saldır ve 1948’de BM arabulucusu Folke Bernadotte’un öldürülmesi gibi birçok Siyonist terör eylemi meydana geldi. Hali hazırda Birleşik Devletleri’n PYD ve PKK’yı desteklemesi, geçmişte Nikaragua ve Angola’daki gerillaları örnek verilebilir.
Terörizm savaş ilan edilebilecek olsa bile İsrail’i hedef alan “terörist” gruplar ile Birleşik Devletleri hedef alan gruplar farklıdır. İslami Cihad, Hamas ve Hizbullah bugüne kadar Birleşik Devletlere saldırıda bulunmadılar. Bu örgütler Filistin için savaşan örgütlerdir. Filistin de İsrail’in işgali altında olduğu için hedef aldıkları ülke İsrail’dir. Denebilir ki, Hizbullah Lübnan’da Amerika askerlerine saldırdı. Bu saldırının amacı Lübnan’ı yabancı güçlerden temizlemekti. Hizbullah’ın odağını İsrail’den kaldırıp Birleşik Devletlere yöneltmesi pek mümkün gözükmemektedir.
Bu “terörist” grupların oluşmasının da sebebi İsrail’in Filistin’i işgali değil midir? Sivillerin vatanını ellerinden aldığınız zaman, ailesinin de yarısını öldürdüğünüz zaman size; “Evet, siz daha güçlüsünüz. Buyurun sizin hakkınız.” Demesini mi bekliyorsunuz? Birleşip İsrail kadar güçlü bir devlet kuramayacaklarına göre yapacakları eylemler “terör” eylemleri olmaktan dışarı çıkmıyor.
Şu yönden de bakılmalıdır ki, eğer ortak terör argümanı altında birleşilmeyip, hareket edilmese Birleşik Devletleri’n bölgede terör problemi olmayacaktı. Kısacası, terör gruplarından dolayı İsrail’le ittifak kurulmamış, İsrail ile ittifak kurulduğu için terör organizasyonları ile karşı karşıya kalınmıştır. İsrail’e verilen destek bölgede anti-Amerikancılığa sebep olmuştur.
Üsame bin Ladin örneği de bu durum için tam uygundur. Üsame bin Ladin’in “terörist” olmasının en büyük sebebi, İsrail’in Filistin’i işgal etmesidir. CIA’nin araştırmalarına göre, genç Üsame genelde çok kibar ve iyi huylu biriydi. Çatışmadan hoşlanmazdı. Yumuşak mizacının tek istisnası onun Filistinlilere verdiği destek ve Amerika ve İsrail’e karşı duyduğu olumsuz tavır olmuştur.
Çin’e Satılan Amerikan Teknolojisi
İsrail ile olan müttefikliğin güvenilirliğini sorgulamak gerekir. Çin gibi rakip devletlere Amerikan silahları ve teknolojisi satmanın yanında istihbarı hırsızlık faaliyetlerinde de bulunmuştur. Jonathan Pollard vakası ile gündeme gelen bu hırsızlık olayı, bu olayın sadece Jonathan Pollard ile sınırlı kalmadığı bu hırsızlığın birçok kere daha yaşandığını ortaya çıkartmıştır. Amerikalı bir şirketten ajan kamerası teknolojisini çalmaya çalışmışlar ve Pentagon’un elektronik istihbarat programına da sızmışlardır.
Stratejik argümanlardan anlayacağımız üzere İsrail’in verdiği hiçbir stratejik fayda ki bizce vermiyor; böylesine bir yardımı meşrulaştıramaz, böylesi bir yardıma gerekçe gösterilemez. Anlaşılacağı üzere, Birleşik Devletler ile İsrail arasındaki olan bu “özel” ilişki stratejik gerekçelere dayandırılamaz. Bir başka argüman türü olarak ahlaki argümanları inceleyeceğiz.
Kardeş ve Demokratik Ülke “İsrail”
“Her iki millet de mücadele ve fedakarlıklar sonucu doğdu. Her iki millet de başka diyarlardaki dini zulümlerden kaçan göçmenler tarafından kuruldu. Her iki millet de kanunlar önünde eşitliğe ve serbest pazara dayalı işleyen demokrasiler kurdular. Ve her iki ülke de belli temel inançlara sahiptir: Tanrı insanların hareketlerini gözlemekte ve her hayata değer vermektedir. Bu bağlar bizi tabii müttefikler haline sokmuştur ve bu bağlar asla kopmayacaktır.” 2004 yılında AIPAC (Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi)’ın yıllık konferansında George Bush’un yaptığı konuşma İsrail ile olan birçok tarihi ve ahlaki ortaklığa atıfta bulundu.
Ahlaki argümanların en büyüğünü kısaca özetlemek gerekirse; İsrail, Orta Doğu’da Amerikan değerlerini paylaşan tek ülkedir. Demokrasiye sahip bir ülke olması, Hristiyanlar ile ortak dini değerlere sahip olmaları, geçmişte birçok zorbalığa ve insanlık suçlarına maruz kalmaları gibi nedenler kişilerce Birleşik Devletleri’n neden İsrail’e yardım yaptığını göstermektedir.
Yahudiler’in geçmişte uzun bir süre boyunca sürekli olarak zulme uğradıkları doğrudur. Lakin bu durum Yahudilere zalim olma hakkını getirmez. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca onlar Orta Doğu’da zalim rolünü oynadılar. Halen daha oynamaktalar. Tıpkı Avrupalıların Amerika kıtasına geldikleri zaman yerlilere zulüm ettiği gibi İsrail de Filistinlilere zulüm etmektedir. Lakin İsrail’in bu kanlı yeni tarihi, Amerikalılar tarafından görmezden gelinmektedir.
El-Jezira gibi kanallar sayesinde birçok Amerikalı Filistinlilere ne olduğu konusunda daha bilinçli hale gelmiştir zira 24 saat yayın yapan bir kanal, İsrail’in uyguladığı şiddeti ve suçu da göstermektedir.
Mazlum İsrail
Gösterilen bir diğer gerekçe ise “mazlumun yanında olmak” tır. İsrail’in hala nasıl mazlum olduğunu açıklayamamakla beraber geçmişte de mazlum olduğunu açıklayamıyoruz zira İsrail hiçbir zaman Filistinliler ile girdiği mücadelede mazlum olmadı. Her milletin kendi kurtuluşunu ve kuruluşunu efsaneleştirdiği üzere, İsrail de bir efsane yaratmıştır. İnanılan odur ki, İsrail, Filistinlilere ilaveten 5 Arap ordusu ile savaşmış, İsrail’in sayıca az ve silah bakımından zayıf olmasına rağmen İsrail’in üstünlüğü ile savaş sonuçlanmıştır. İsrail çevresini saran Arap dünyasına bakıldığında zayıf gözükebilir, karşısında bir devlet değil birçok devlet olduğu için de zayıf gözükebilir. Nüfus rakamları da İsrail’i güçsüz gösterebilir lakin Arap devletleri sahip oldukları kaynakları güçlü bir askeri güce İsrail kadar başarılı olamamıştır. İsrail bu konuda çok daha başarılı olmuştur. Bilinmesi gerek ki, İsrail aynı anda hem Filistinliler hem de 5 Arap ülkesi ile savaşmadı. İlk savaş 1947’de Yahudiler ve Filistinliler arasında iç savaş olarak başlamış ve 1948’de İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesiyle sonuçlanmıştır. İkinci savaş ise 1948’de 5 Arap ülkesi ile yapılmış 1949’da sonlanmıştır. Kaynaklara göre, Siyonistler Filistinlilere karşı sayıca ve silah gücü açısından çok üstün durumdalardı ve orantısız bir zafer kazanmışlardı.
Günümüzde “mazlum” gerekçesine dayanılarak İsrail’in desteklenemeyeceği çok açıktır zira uzun bir süredir “mazlum” değil zalimdir. Güç olarak da bölgenin en güçlü ülkesi konumundadır. Ayrıca bölgedeki tek nükleer güçtür.
Demokratik Ülke İsrail
Bir argüman ise İsrail’in bölgedeki tek tam demokrasi ile yönetilen ülke olmasıdır. İsrail’i savunanlar bölgedeki tek demokratik ülkenin İsrail olduğunu hatırlatır ve İsrail’in çevresinin diktatörlüklerle çevrili olduğunu söylerler. Yine de bu argüman böylesine bir yardımı açıklamaya yetmez. Dünyada başka demokratik ülkeler de var lakin onlar İsrail kadar yardım almıyorlar. Ayrıca bir ülkenin demokratik olup olmaması Birleşik Devletleri’n yardım için bir kıstası değildir. Amerika geçmişte birçok demokratik hükümeti devirmekte rol aldı ve Amerika çıkarlarına destek verdiği sebebi ile de birçok diktatörlüğe destek verdi. Bu sebeplere binaen İsrail’in demokratik olup olmaması, Amerikan desteğini meşru kılmamaktadır.
Stratejik ve ahlaki argümanlar İsrail’e verilen desteği açıklamaya yetmemektedir. Stratejik argümanların son kullanma tarihi Soğuk Savaş döneminde bitmiştir. Ahlaki argümanlar ise İsrail’in Kutsal Topraklar ’da gösterdiği zalim davranıştan dolayı zedelenmiş ve saflığını yitirmiştir.
Her Şeyin Cevabı “İsrail Lobisi”
İsrail’e verilen böylesine yardımı açıklamanın tek yolu İsrail lobisidir. Birleşik Devletler ’de aktif bir şekilde şahıs ve teşkilat halinde çalışan, Birleşik Devletleri’n dış politikasını İsrail çıkarlarına göre değiştirmek isteyen insanların bu hedef doğrultusunda bir araya gelmesine İsrail lobisi denir. Bu lobi tek merkezden yönetilen ve birleşik bir koalisyon değildir. Lobi her konuda da aynı düşünmek zorunda değildir. Lobi bir sır da değildir, lobiyi oluşturan teşkilat ve şahıslar desteklerini açıkça gösteriyor ve diğer çıkar grupları gibi faaliyetlerini açıktan gerçekleştiriyorlar. Lobinin herhangi bir üyelik kartı herhangi bir hiyerarşik sistemi de yoktur. Lobideki şahısların ve teşkilatların amacı Amerikan halkını ve devletini İsrail’e maddi yardım sağlamaya ve politikalarını desteklemeye teşvik etmektir. Siyasette çok güçlü olan İsrail lobisi, tek bir amaç uğruna çalışmakta ve başarılı olmaktadır. Medya, parlamento, sivil toplum kuruluşları vb. etkiye sahip kuruluşların üzerlerinde etkisi çok büyüktür hatta büyük bir kısmına da sahiptirler. Medyada da Yahudi aleyhine bir söylemde bulunmak kişiyi “anti-semitik” yaptığı için ellerinde güçlü kozlar bulunmaktadır. Eleştirenler Nazi, anti-semitik, ırkçı gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmaktadır. Lobiye karşı çıkan politikacıların da siyasi ömrünün uzun olmayacağı açıktır. Kısacası lobi imza istemektedir ve politikacılar, senatörler kim imza atması gerekiyorsa imzasını atmak durumunda kalmaktadır.
Tavsiye okuma
- Dünya kamuoyu karşılıksız para gibidir
- İnsan / Birey / Kul / Homo Economicus / إنساني
- Adalet / Justice / العدالة
- Fıtrî / Evrensel / Universal/ فطري
- Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير
- Uluslararası adalet / International justice / العدالة الدولية
- İnsan Kaynakları / Human Resources / الموارد البشرية
- Rönesans / Renaissance / نهضة
- Nobel Barış Ödülü / Nobel Peace Prize / جائزة نوبل للسلام
Bu sayfadaki kitaplar okurlarımıza armağanımızdır. Serbestçe paylaşabilirsiniz.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 82 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
“3 tarafı deniz, 4 tarafı düşmana çevrili cennet vatan” paranoyası neden üretildi? Çağdaş ve laik Türkiye’nin evlâdı, Kavala yahut Halep’te yatan dedesinin mezarına bile pasaportla gidecekti. Eskiden vali gönderilen yerlere şimdi büyük elçi atanıyordu. Churchill’in dediği gibi “iki petrol kuyusunun etrafına sınır çizen” İngiliz, bir gecede ülkeler icad edilmişti. Ama Kemalist millî(!) eğitimin iğdiş ettiği beyinler bunu sorgulamaktan aciz. Körfez ülkeleri, Basra yolunun, İsrail, Doğu Akdeniz’in petrol tıpası olacaktı. Türkiye hem Rusya’nın güneye doğru genişlemesini engelleyecek hem de Bakü petrolünün Avrupa’ya ulaşıp fiyat kırmasına mani olacaktı. Diğer yandan Lazkiye ve Hayfa’dan dünya piyasalarına erişen Musul ve Kerkük petrolü bir gün pekâlâ Türkiye’den geçip İskenderun’a akabilirdi ve bu da Londra için büyük bir risk unsuruydu.
Kısacası, Britanya için gerçek tehdit güçlü bir ordu veya zengin devletler değil Türklerin uyanıp kim olduklarını hatırlamalarıydı. Şu halde dünya petrollerinin %60’ına çökmüş, Afika ve Asya’yı sömüren İngilizler için yapılacak tek bir şey vardı: Kullanışlı aptallar yetiştirecek bir eğitim sistemi kurmak ve bunu Türklere “millî eğitim” diye yutturmak.
Eğitimle ilgili sorunlarımız nasıl düzelir? Yahut birgün düzelir mi? Elinizdeki bu kitapta Ufuk Coşkun Kemalist eğitimin sorunlarına işaret etmekle kalmıyor, bir yandan çözümler önerirken bir yandan da millî eğitimin ideolojik, tarihi ve kültürel arka planını gözler önüne seriyor. Milat Gazetesi yazarı, bolgepostasi.com Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Coşkun’u televizyondaki tartışma programlarından ve eğitim konulu çalışmalarından tanıyorsunuz. Bizzat eğitim dünyasının sorunlarını içeriden yaşayan Coşkun aynı zamanda “Kürdüm Doğruyum Çalışkanım” ve “Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü” kitaplarının da yazarı. Ufuk Coşkun’un “Kemalist Eğitimin Zararları” adlı kitabını buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: 2ci sürüm, 27 Mart 2018)
Petrolün fiyatının 50$ üzerinde kalması için yılda ortalama 75.000 insanın ölmesi gerekiyor. Süveyş kanalının Mısır tarafından kamulaştırılması, petrol krizleri, 6 sün savaşı, İran-Irak savaşı, Irak’ın işgali ve Suriye… İnsan kanıyla para basan bu makine 50 senedir asker, sivil, kadın çocuk demeden insan öğütmeye devam ediyor. Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler. Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı. Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor? Buradan indirebilirsiniz.
Savaş Meydanda Değil Masada Kazanılır
Dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa’nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini petrolsüz ve dövizsiz bırakıp boğabilecek bir güce sahip.(Bkz. Petro-dolar sistemi)
Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var. 21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar… Kitabı buradan indirebilirsiniz.
İslâm coğrafyasında sürüp giden petrol savaşları deniz yollarından ayrı düşünülebilir mi? Sudan petrolünü Çin’e taşıyan yol Yemen ve Malaka boğazından geçiyor. İran ve Arap petrolünü Avrupa’ya taşıyan yol ise Mısır’daki Süveyş kanalından. Akdenizi’in Atlantik kapısı olan Cebelitarık ve Pasifik’i Altantik’e bağlayan Panama da aynı “uygarların” kontrolünde. Bütün deniz yollarını kontrol eden bu ülkeler hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahipler hem de dünyadaki silahların %90’ını üretip satıyorlar. Ve aynı ülkeler sürekli dünya barışı ve özgürlük için çalıştıklarını söylüyorlar! Kendisini dünyanın mâliki gibi gören bu “uygarlığın” önüne çıkan liderler öldürülüyor, ülkeler işgal ediliyor, hükümetler darbe ile, halklar ise terörle “terbiye” ediliyor. Evet… Bu konulara odaklanan Fikir Kırıntıları serisinin 4cü kitabını ilginize sunuyoruz. Konu başlıkları şöyle:
- Bazı çocuklar çikolatadan nefret eder!
- Lityum savaşları başladı!
- Savaşsızlık, barış değildir!
- Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın!
- Denizlere hâkim olanlar nasıl dünyaya hâkim oldular?
- Modern savaşlarda neden insan değersizleşiyor?
- Teröre karşı sıradan vatandaşların yapabilecekleri 3 şey
“Fikir Kırıntıları-4” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir. Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi? Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu savaşta asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…) Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları… Buradan indirebilirsiniz.
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu. İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير) Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle: Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
- 6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler:Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik? “Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın(intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir. İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”. İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeleryerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz. Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor. Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu. 15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir? Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor. Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.