RSS Feed for This Post

Amerika’nın İşgali / Howard Zinn ve Bartolome de Las Casas

Sunuş: Bir okul kitabında “1453 senesinde Türkler İstanbul’u keşfetti” yazdığını görseniz gülersiniz değil mi? Ama Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika’yı keşfetmesi(!) hâlâ okullarımızda ders olarak okutuluyor. Kolomb İspanya’ya dönerken, Asya’ya ulaştığını zannediyordu ve gerçeği ömrünün sonuna kadar anlamayacaktı. İlk ulaştığı adayı Hindistan’ın batısındaki bir ada ve sonradan geçtiği Küba adasını ise eski adıyla Cipango şimdiki adıyla Japonya olduğunu sandı. Kolomb büyük bir denizci, bir gezgin, maceracı veya bilgin değildi. Amerika’yı keşfeden(!) Kolomb yağmacı, cahil bir hırsız ve altın için soykırım dâhil her şeyi yapmaya hazır bir katildi.

Değerli yazarımız  Süleyman Kibar’ın kaleme aldığı bu kitap sohbeti, Amerika’nın işgalini anlatan iki kitap üzerine:

  • Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, Howard Zinn
  • Yerlilerin gözyaşı, Bartolome de Las Casas

Not: Makalenin sonunda yazarlar hakkında ilginç bilgiler bulacaksınız. (MY)

Yeni Dünya

Tüm anlatacaklarımız 1492 yılında İtalyan “Denizci” Christopher Columb’un Asya’ya ulaşmak amacını güderek denize açılmasıyla başladı. Columb’un Asya’ya gitme nedeni altın, ipek ve baharattı. Marko Polo ve diğer isimlerin geçmişte yaptıkları yolculuklardan elleri boş dönmediği bilindiği üzere Asya’da altın olduğu düşünülüyordu. Bu altın arayışı için Columb Osmanlı Devleti’nin kapısına dahi geldi lakin eli boş ayrıldı. En sonunda İspanya kralı ve kraliçesinin desteğini alan Columb böylece altın avına hazırdı lakin bir pürüz vardı. Türkler Doğu Akdeniz’i ve Asya’ya giden karayollarını denetlediği için Columb Asya’ya alternatif bir deniz yolu ile gitmesi gerekmekteydi. O tarihlerde Portekizli denizciler Asya’ya ulaşmak için Afrika’nın güney ucundan dolanıyorlardı lakin İspanyollar bunu tercih etmeyerek, tehlikeli bir kumar oynadı. Dünya’nın şeklinin geoit olduğu bilindiği üzere Batı’ya giderek Doğu’ya ulaşmayı amaçladılar. Çok riskli ve bilinmezlik doluydu lakin Columb için çok büyük zenginlik ve şan fırsatıydı. Öyle ki, getireceği altın ve baharat karşılığında Columb ganimetten yüzde on pay alacak, ayrıca keşfettiği her yeni ada ya da toprak parçasına vali olarak atanacak ve okyanusların Amirali ünvanına sahip olacaktı.

Bu teşvik ile birlikte Columb, en büyüğü 30 metre uzunluğundaki 3 yelkenli gemi ve mürettebatı ile yola çıktı. (Howard Zinn 39 kişilik bir mürettebatın olduğunu söylerken Robert V. Remini bu sayının 90 olduğunu belirtmektedir.) 33 günlük bir süreç ardından 12 Ekim 1492’de Asya sanılan Bahama Adaları gözüktü. İlk olarak San Salvador adasına inen Columb ve mürettebatı adanın yerlileri olan Arawak halkı ile karşılaştı. Arawak halkı köylerde yaşıyordu. Mısır ve yer elması gibi ürünler yetiştiriyor, tarımla uğraşıyorlardı. Dokumacılığı biliyorlardı fakat atları ya da iş hayvanları yoktu. Demiri tanımıyorlardı. Sadece değerli eşya olarak kulaklarına altın küpeler takmışlardı.

Columb’un gözüne çarpan da bu altın küpelerdi. Altın küpeleri gören Columb, bazı yerlileri tutsak alarak onlara kendisini altının kaynağına götürmelerini istedi. Böylece Columb, Hispaniola’ya (Şu an Haiti ve Dominik Cumhuriyet’inin bulunduğu ada) geçti. Yerliler en başta İspanyolların gökyüzünden geldiklerine inanıyorlardı. Onlara çok iyi davranıyor, örnek bir misafirperverlik gösteriyorlardı. İspanyolların yaptıklarına ve yerli halkın durumuna tanık olan Kübalı papaz Bartolome de las Casas Yerlilerin Gözyaşları adlı eserinde yerlilerden şöyle bahsetmektedir:

İspanyollara karşı sabırlı, uysal ve barışsever davranıyorlardı. Kavga ve karışıklıklardan uzakta, nefret ve intikam duyguları taşımadan yaşayan yumuşak mizaçlı insanlardı. Gördüğüm en narin ve ufak tefek insanlardı. Vücutları sert bir fırtınaya, ağır çalışma koşullarına ya da basit bir hastalığa dayanamayacak kadar zayıftı. En yoksul görünümlü yerlilerin çocukları bizdeki kralların ya da önemli şahsiyetlerin çocukları kadar narinlerdi. Çok yoksuldular. Çok az şeyleri vardı. Dünyevi mallara hayranlık duymuyorlardı. Bundan dolayı kibirli, ihtiraslı ve açgözlü değillerdi. O kadar az yiyorlardı ki en dindar münzevi bile o kadar az yemekle yetinemezdi.”

 Columb, adaya geldiği gemilerden birinin tahtaları ile ilk Avrupa askeri üssü olacak bir kale inşa ettirdi. Kaleye Navidad (Noel) ismini verdi. Tayfasının büyük bir bölümünü adada bırakan Columb yerlilerden oluşturduğu tutsak sayısını artırarak kalan iki gemisini doldurdu ve altın bulduğunu bildirmek üzere tekrar geri dönüş yolu için hazırlandı. O sıralarda yerliler ve aralarında bir savaş çıktı. Savaşın sebebi yerlilerin, Columb ve mürettebatına onların istedikleri kadar yay ve ok vermemeleriydi. Bunun üzerine Hispaniola adasındaki ilk ciddi kan dökülmüş oldu. İspanyollar iki yerliyi kılıçtan geçirdiler ve iki yerli kan kaybından öldü. Ardından mürettebatını geride bırakarak tutsak dolu 2 gemisi ile Columb İspanya’ya döndü. Tutsakların yarısından çoğu yolculuk sırasında çeşitli hastalık, açlık, bulunduğu zorlu koşullar yüzünden öldü. Columb İspanya’ya dönerken ulaştığı adanın Asya olduğuna inanıyordu ki ömrünün sonuna kadar Asya’ya ulaştığını düşünecekti. Columb, ilk ulaştığı adayı Hindistan’ın batısındaki bir ada ve sonradan geçtiği Küba adasını ise eski adıyla Cipango şimdiki adıyla Japonya olduğunu sandı. Amerika kıtasına Amerika adını veren sonradan bölgeye gelen ve oranın Asya değil de yeni bir kıta olduğunu anlayan Amerigo Vespucci’dir.

İspanya’ya dönen Columb kralın huzurunda abartılı bir rapor verdi: “Hispaniola mucize gibi bir yer. Dağlar, tepeler, ovalar, çayırlar hem güzel hem verimli… Limanlar inanılmayacak kadar elverişli ve çoğunun içinde altın olan geniş nehirler var… Çeşit çeşit baharatlar, büyük altın madenleri ve başka metalleri var. Yerliler, o kadar saflar ve sahip oldukları şeylere karşı o kadar kayıtsızlar ki görmedikçe kimse inanmaz. Ellerinde bulunan herhangi bir şeyi isteyin hemen çıkarıp veriyorlar. Hatta siz istemeden paylaşmayı öneriyorlar.”

Diğer kaynaklara da bakıldığı zaman Columb’un yerliler hakkında söylediklerini doğrulayabiliyoruz. Bu raporun ardından, Columb’un bu çabaları ve abartıları sonuç verdi. İlk başta 3 yelkenli gemi ile gittiği Hispaniola’ya şimdi 17 gemi ve 1200 mürettebat ile gidiyordu. Artık gidişin amacı çok açıktı: Köle ve altın getirmek.

Karayipler Denizi’ni ada ada dolaşarak insanları tutsak aldılar. Bir süre sonra bu haberin yayılması üzerine gittikleri adada boş araziden başka bir şey bulamadılar. Tekrar Hispaniola’ya geldiklerinde orada bıraktığı mürettebatının öldürüldüklerini anladılar. Öldürülmelerinin sebebi, mürettebatın adanın altını üstüne getirip, kadınları ve çocukları seks ve iş köleleri haline getirmeye çalışmalarıydı. Hispaniola adasındaki yapılan zulüm ve katliamlara değinmek durumundayız.

Yerlilerin Katli

İspanyollar diğer adalarda da yapılanları anlatırken değineceğimiz üzere ilk başta yerli halkı (Arawak) yakaladılar. Köle olarak satılmak veya bizzat kullanılmak üzere sahiplenildiler. Bu konu hakkında Columb şöyle diyordu: “Tanrı aşkına, satabileceğimiz her köleyi göndermeye devam edelim.” Kölelerin birçoğu satılmak üzere gemiler ile birlikte Avrupa’ya gönderildi. Birçok köle yolda şartlar durumdan dolayı öldü. Gemilerde kölelerin bulunduğu şartların zorluğunu anlatmak gerekirse, yaklaşık 40 cm bir yüksekliği olan ve çok da geniş olmayan odalarda birlikte tutulan ve birbirine boyunlarından bağlı köleler havasızlıktan, hastalıktan, açlıktan ölüyorlardı. Aylar boyunca sıkışarak ve boyunlarından bağlı bir şekilde yolculuk etmek zorunda kalanlardan bazıları deliriyordu. Hamile olan kadınlar denize atılıyordu.

Adada kalan yerlilere de iyi bir muamele yapılmadığı kesindi. 30 yerlinin yiyeceği yemeği bir oturuşta yiyen İspanyollara karşı tedbir olarak yemeklerini saklayan yerliler vardı. Yemekle yetinmeyen İspanyollar şiddete, işkencelere ve katliamlara başvurdu. Hiçbir şiddet olayında İspanyollar haklı değillerdi. Arawak halkı kelimenin tam anlamı ile masumdu. Öyle ki, Columb adaya ilk geldiği zaman bir yerli onun kılıcına bakmış ve ne olduğunu merak etmişti. Columb da bunu üzerine yerliye kılıcını vermiş lakin yerli bilmediğinden dolayı kılıcın keskin tarafından tutmuştu. Bu masum ve savunmasız halk karşısında İspanyollar gözlerini büyüyen zenginlik hırsı ile katliamlara başlamışlardı. İlk başta yumruk, tekme ve sopayla yerlilerini döverlerken ileride bu şiddet olayları çok daha zalim ve kan donduran boyuta ulaşacaktı. Sırf yemek sakladı diye çocukları tekmelediler ve sopalar ile öldürdüler. Sonra yerlilerin krallarına karşı el kaldırdılar. Bu işkencelere ve zulümlere dayanamayan yerli halk dağlara kaçtı. Bunun üzerine Hispaniola adasındaki 5 büyük krallıktan biri olan Maqua Kralı’nın karsına bir İspanyol asker tecavüz etti. Bu yerliler için çok büyük bir ahlaksızlık ve cüretkarlıktı. Bu olaydan sonra yerliler adadan nasıl İspanyolları atacakları üzerine plan yapmaya koyuldular ve İspanyolların gökten gelmediklerini anladılar. Ne yazık ki, yerlilerin ellerinde İspanyollar ile savaşabilecekleri hiçbir silah yoktu. Yerlilerin silahları sazdan yapılmaydı. İspanyollara itaat etmeyen halkın bir kısmı dağlara kaçtı. Dağa kaçanların ardından İspanyollar köpekleri ile birlikte gitti. Köpeklerini yerlilerin üzerlerine saldılar ve köpekler yerlileri diri diri parçalara ayırdı ve yedi. Dağa kaçmayan ve kentlerde bulunanları ise kılıçtan geçirdiler. Köyleri şafak vakti ateşe verdiler. İnsanları diri diri yaktılar. Cinsiyet veya yaşın bir önemi yoktu. Bu bir katliamdı ve gittikçe şiddeti artıyordu. La Casas belirtiyor ki:

Hamile kadınların yardıkları karınlarından çıkardıkları bebekleri baltalarla doğradılar. Yerliler o kadar savunmasızdılar ki bazen hangisinin tek bir kılıç darbesiyle bir yerlinin kafasını kesebileceği ya da tek bir mızrak darbesiyle bağırsaklarını dışarı çıkarabileceği konusunda bahse tutuştular. Zavallı çocukları kafalarından tutup kayalara çarpa çarpa öldürdüler. Suya attıkları küçük çocuklara yüzmeye çalışmalarını emredip boğulmalarını gülerek izlediler. Bazı anneler kucaklarındaki bebekler ile tek bir kılıç darbesi ile öldürüldüler.”

La Casas’ın diğer bir anlattığı olay ise, “Bu Hıristiyanlar, uzun bir direk ve bunun iki ucuna dik olarak tutturdukları kalaslardan oluşan idam düzeneklerine yerlileri 13’erli gruplar halinde astılar. Sonra astıkları yerlilerin altına yerleştirdikleri odunları tutuşturup hepsini diri diri yaktılar.”

Dağa kaçan yerlilerin hepsi öldürülmemişti. Bunun üzerine İspanyollar yakaladıkları bazı yerlilerin ellerini kesip boyunlarına astılar ve ardından: “Hadi şimdi o dağa kaçanların yanına gidin, onlara sonlarının nasıl olacağını gösterin.” Diyerek dağa kaçanlara mesaj yolladılar.

İspanyollar adadaki beyleri ve soyluları yakaladılar. Yere çaktıkları çatallı sopaların üstüne yerleştirdikleri tüneklere oturttular. Bu tüneklerin altında için için yanan bir ateş bulunuyordu. Acınacak haldeki yerliler, bu hafif ateşin etkisiyle tarifi imkânsız acılar içinde haykırarak diri diri yanarak öldüler. La Casas şahit olduğu bu diri diri yakılma olayını şöyle anlatıyor: “Bir kez 4 soylunun bu tüneklerin üzerine yatırıldığını gördüm. Eğer yanlış hatırlamıyorsam 4 ya da 6 tane daha tünek vardı. Altlarında hafif bir ateş yanıyordu. Yavaş yavaş yanmakta olan masum yerliler çektikleri acıdan öyle haykırıyorlardı ki o sırada uyumakta olan komutan, gürültüden rahatsız olduğu için yerlilerin boğularak öldürülmesini emretti. Ancak kendisini ve Sevilya’daki ailesini tanıdığım işkenceci cellat, yerlileri asarak öldürüp daha az acı çekmesine olanak tanımadı. Haykırışları ile komutanı rahatsız etmemeleri için ağızlarına sopalar soktu ve ateşe birkaç odun daha attı. Alevlerin artmamasına dikkat ediyordu. Yerlilerin yavaş yavaş yanmalarını zevkle izledi. Anlattığım bu olayı ve başka sayısız olayı gözlerimle gördüm.”

Hispaniola Adasındaki Krallıklar

Hispaniola Adası’nda 5 büyük krallık bulunuyordu. Bu 5 büyük krallığın kralları o zamanın en güçlüleriydi. Krallıklara binaen çok sayıda da prenslik(beylik) vardı. Bu beyliklerden çoğu bu 5 Kral’a vergi veriyorlardı. Uzakta oldukları için Kral otoritesi altında olmayan birkaç beylik de bulunuyordu.

 

Cibao Krallığı

Bu krallık yerli dilinde ova anlamına geliyordu. Krallık, bulunduğu yerden adını almıştı. Geniş bir ovada bulunan bu krallık verimli topraklara sahipti. Bu krallığın kralının adı Guarionex’di. Guarionex’e bağlı çok güçlü beyler vardı. Öyle ki bir isteği üzerine Kral’a 16.000 asker verebilirdi. La Casas bu Kral hakkında: “Bu beylerden bazılarını çok yakından tanırdım. Erdemli ve barışsever mizaçlı bir Kraldı.” Soylular krallarının emri ile İspanyollara her yıl çok değerli altın armağanlar getirirlerdi. Yerliler kendilerine verilen çanların içini akarsuların dağlardan aşağıya taşıdığı altın tozuyla doldurarak İspanyollara getirirlerdi. Zaman geçtikçe yerliler eskisi kadar altın getirememeye başladılar. Krallarının emri ile daha az bir kabı doldurarak İspanyollara vermek durumda kaldılar. Keza bu krallıkta yaşayan yerliler altın tozu çıkarmakta maharetli değillerdi. İspanyollar azalan altın miktarını beğenmedi ve daha fazlasını talep etti lakin bu durum imkansızdı zira altın bu kadar vardı. Bu durum üzerine Kral, ilk Hıristiyan yerleşimi olan İsabella kentine komşu olan 50 mil uzunluğunda bir toprakta tarım yapmalarına izin verilmesini önerdi. Bu şekilde her yıl 3 milyondan fazla kastellano (altın para) değerinde ürün elde edilebilecekti. Lakin İspanyollar istediği altındı. İspanyollar bu mantıklı teklife ilginç bir tepki verdi. Bu tepki İspanyol bir askerin (Columb’un arkadaşı Francisco Roldan) Kral’ın karısına tecavüz etmesiydi. Onuru ayaklar altına alınan Kral savaşa girmek yerine kaçmayı tercih etti. Kendisine bağlı olan bir beyliğe sığındı. Bunu öğrenen İspanyollar kralın peşinden gittiler ve sığındığı beyliğe savaş açtılar. Beylikteki binlerce yerli kılıçtan geçirildi. En sonunda ise kral yakalandı. İspanya’ya gönderilmek üzere Kral gemiye bindirildi. Ancak gemi yolda battı. Böylece içindeki köleler ve Kral ölmüş oldu.

Marien Krallığı

Columb’un ilk ayak bastığı yer Marien Krallığıydı. Marien Kralı Guacanagari, Amiral’i (Columb) büyük bir misafirperverlik ile karşılamıştı. Bu misafirperverlik konusunda La Casas şöyle diyor: “İspanya’ya gitse kendi Kral’ı ve ailesi bile Amiral’i yerliler kadar cömert ve içten karşılamazdı. Bunu Amiral ile yaptığım konuşmalardan biliyorum.” Ancak aynı Kral, daha sonra İspanyolların kendisine ve halkına yaptığı zulümler sebebi ile dağa sığındı. Krallığından uzak kalmış bir şekilde, saklandığı yerde öldü.

Xaragua Krallığı

Adadaki en önemli krallık olan Xaragua Krallığı soyluları adanın en iyi yetiştirilmiş insanlarıydı. Adanın en zarif dili bu adada konuşuluyordu. Yönetimi diğer krallıklara göre daha iyi örgütlenmişti. Sebebi ve sonucu tahmin edileceği üzere yaşananların diğerlerinden pek bir farkı yoktu. Bir gün Hıristiyan bir vali, altmış süvari ve üç yüz piyade ile sarayın yakınına geldi. Üç yüz kadar yerliyi yanına çağırdı ve kendilerine herhangi bir zarar vermeyeceğine söz verdi. Onları samandan yapılmış bir eve davet etti. Eve girildikten sonra kapıyı kapatıp, tüm evi ateşe verdi. Evin içindeki soylular diri diri yandı. Kaçmayı başaranlar ise kılıçtan geçirildi. Krallığın Kraliçesine kendini asma ayrıcalığı verildi ve böylece Kraliçe de kendini asarak öldürdü.

Vali’nin askerlerinin yaptığı vahşete tanıklığını şöyle anlatıyor Las Casas: “Bu valinin askerleri bir ara yerde oturan çocuklara saldırıp bacaklarını kesmeye başladılar. Birkaç İspanyol ya hakikaten acıdıkları için ya da açgözlülüklerinden köle olarak kullanmak amacıyla bu çocukların bazılarını yakalayıp, atının terekesine attı.”

 

HIGUEY VE MAGUANA KRALLIKLARI

Higüey’in yaşlı bir Kraliçesi vardı. İspanyollar kraliçeyi astıkları gibi yerli halkı da katlettiler. Maguana kralı ise bindirildiği geminin batması üzerine öldü. Las Casas bu krallıklar hakkında detaylı bilgi vermezken şunları diyor: “İnsafsız İspanyollar bu saldırganlıklarıyla yerlilere öyle acılar çektirdiler ki bunları ayrıntılı olarak bu kitabın kapsamı içinde anlatamam. Bu adada gördüğüm olayların hepsini anlatmaya ne zamanım yeter ne de kağıdım.”

Katledildikleri İçin Mi Yerliler Azaldılar?

İspanyolların en baştan beri amacı zengin olmaktı. Bu yüzden çalıştıracak insana ihtiyaçları vardı. İspanyol olarak Amerika’ya gelenler zaten zengin olmaya geliyorlardı, onlar işçi olamazdı. Böyle bir durumda işçiler yerli halk olmak zorundaydı. İspanyollar erkekleri çok ağır bir iş gerektiren madenlere; kadınları ise toprak ekip biçmeye gönderdi. Kadınlar için toprak ekip biçmek çok güçtü. İspanyollar gelmeden önce erkek ve kadın birlikte yapabilirken şimdi sadece kadına kalmıştı. Hem erkekler ve hem de kadınlar için bu kadar ağır olan çalışma koşulları sonrasında yedikleri tek yemek bitki kökleri ve değişik otlardı. Şüphesiz yetersiz besin ve çok çalışma onları zayıf duruma düşürüyordu. Hamile olan kadınlar düşük yapıyor veya ölüyorlardı. Yeni bebeği olanlar yetersiz besinden dolayı sütten kesilmişlerdi. Çocukları olmayanlar da çocuk yapamıyordu zira erkek madende çalışmaya gittiği zaman en erken 8 ay sonra dönebiliyordu. Eşler birbirini 8 ayda bir görüyorlardı. Bu zor koşullar altında kimse de çocuk yapmıyordu. Böylece yerli halk ürüyemedi. Gittikçe sayıları azaldı. İşler kimi zaman gittikçe de ağırlaştı. İnsanlar 50 kiloluk yükleri 100 ile 200 mil kadar taşımak zorunda kaldıkları da oluyordu. Tüm bu şartlar beraberinde ölümü getirdi.

Şef Hautey

İspanyollar 1511 yılında Küba adasını ele geçirdiler. Diğer adalarda da olduğu gibi bu adada da bir sürü kıyım yaptılar. İnsanları kızarttılar, köpeklerine yedirdiler, kılıçtan geçirdiler… Bu adada Şef Hautey’in ilginç bir hikayesi var. Hautey Küba adasına İspanyollardan dolayı gelmişti. Başka bir adadan Küba adasına kaçmıştı. İspanyolların Küba’ya geldiğini öğrenince uyruklarına şöyle seslendi: “İspanyolların buraya gelmekte olduğuna ilişkin söylentileri sizler de duymuşsunuzdur. Hispaniola’da kimlere neler yaptıklarını, soyluları nasıl katlettiklerini biliyorsunuz. İspanyolların burada bize merhametli davranmalarını umamayız. Dostlarım onları buraya getiren nedir biliyor musunuz? Yerliler şöyle dedi: “Bilmiyoruz ama İspanyolların çok zalim insanlar olduklarından eminiz.” Hautey ise: “Ben size söyleyeyim, buraya gelmelerinin nedenini. Bize o kadar insafsız davranmalarının tek sebebi bundan zevk almaları değildir. Onların çok inandıkları bir tanrıları var. Bizim de o tanrıya inanmamızı istiyorlar. Bizimle savaşmalarının ve bizi öldürmelerinin sebebi bu.” Hautey elindeki değerli taşlar ve altınla dolu olan sepeti havaya kaldırıp şöyle dedi: “İşte onların tanrıları, Hıristiyanların tanrısı bu işte! Eğer kabul ederseniz şimdi bu Tanrı için dans edelim. Belki de Hıristiyanların Tanrısı hoşnut kalır da İspanyollar bize zarar vermezler.” Yerliler yorulup düşünceye kadar dans ettiler. Sonra Hautey şöyle seslendi: “Şimdi bakın, bu sepet yanımızda kalırsa, onu ele geçirmek için hepimizi öldürecekler. Bundan dolayı sepeti ırmağa atalım.” Sepeti de attılar atmasına lakin ne kadar kaçsa da Hautey yakalandı. İspanyollar Hautey’i bir kazığa bağladılar, diri diri yakacaklardı. Yakmadan önce bir keşiş Hıristiyan inancından ve Tanrı’dan bahsettikten sonra eğer Hıristiyanlığı kabul ederse cennete gidebileceğini söyledi. Bunun üzerine Hautey, İspanyolların cennete gidip gitmediğini sordu.

Bunun üzerine keşiş şöyle bir cevap verdi: “Evet, cennetin kapıları iyi İspanyollara açıktır.” Hautey ise şöyle bir cevap verdi: “O zaman ben cehenneme gideyim çünkü cennette İspanyollarla karşılaşmak istemiyorum.” Sonrasında ise diri diri yakıldı Şef Hautey.

Yerlilerin İntiharı    

Sadece Küba’da değil. Hispaniola’da da yerliler intihar ediyordu. İspanyolların eline düşmek istemeyen yerliler kendilerini asıyor veya zehirliyorlardı. Özellikle Hispaniola’daki Arawaklar zehir içerek toplu bir şekilde intihar ediyorlardı. Küba’da ise birçok kişi kendisini eşi ve çocukları ile birlikte astı. Böylece halkın azımsanamayacak bir kısmı da aileleri ile birlikte intihar etti. Anne babaları madene gönderilen çocuklar açlıktan hayatlarını kaybetti.

Ruhsuz Yerliler

Bazıları için yerlilerin katli önemli değildi. Onlar sadece bir bedendi. Ruhları yoktu. Yapılan kıyımı savunanlar yerlilerin ruhlarının olmadığını iddia ediyorlardı. Bunun üzerine de Las Casas şöyle demişti: “Aksi halde susarak ben de bu suça iştirak etmiş olacağım. Bu adamlar, sayısız insanı ve ruhlarını kaybetmemize neden oldular.”

“Sefil” Bir Vali

1514 yılında Yeni Dünya’nın anakara kısmına sefil bir vali geldi. Bu vali (Pedro Arias davilla) yaptıkları ile kendinden önce yapılmış işkenceleri bile küçük gösterecek deliliklere ve vahşetlere imza attı. Her şeyden önce hükmettiği komutanlara altın yataklarının yerini öğrenebilmek için yapılacak her türlü işkenceye izin verdi. Çok fazla sayıda İspanyol ile birlikte anakaraya gelen vali, altın yataklarının yerini öğrenebilmek için yerlileri konuşturacak yeni işkence yöntemleri icat etti. Ayrıca verdiği emir ile 40.000 yerliyi tek seferde öldürdü. Kimisi diri diri yanarak, kimisi köpekler tarafından parçalanarak, kimisi kılıçtan geçirilerek öldürüldü. Birçok köyü insanlar uyurken yaktı. Bir gün bir şef bu zorbaya 9 bin kastellano değerinde atlın armağan etti. Bu miktarı beğenmeyen vali, bir kazığa bu şefi bağlayıp bacaklarını gerdirdi ve altına bir ateş yaktırdı. Yerliden daha fazla altın istedi. İşkenceye dayanamayan yerli talebi kabul edip 3 bin kastellano daha getirdi. Vali bunu da beğenmeyince tekrar şefi kazığa bağlayıp, bacaklarını gerdirdi. Tekrar altın istedi fakat yerlinin artık verecek altını kalmamıştı. Bu yerlinin sonu da kısık ateşte ilikleri eriyip ayak tabanlarından akacak duruma gelinceye kadar işkence edilip, ölmek oldu.

İspanyollar Başka Nerede Katliam Yaptılar?

San Juan, Jamaika, Nikaragua, Guatemala, Meksika, Santa Marta, Perla sahili, Paria Trinidad Adası, Venezüella ve daha saymadığımız genel tasvir olarak Karayip Denizi ve Güney Amerika’da korkunç katliamlar yaşandı. İspanyollar Güney’deyken İngilizler ise Kuzey’deydi. Peki İngilizlerde durum nasıldı? Onlar da İspanyollar gibi sayısız insan mı öldürüyordu?

Kuzey Amerika’da İngilizler

Amerika kıtasının kuzeyine gelmiş olan İngilizlerin durumu İspanyollar gibi değildi. Güneyin yerli halkına göre Kızılderililer daha farklıydı. Güneydekilerin bürokrasisi vardı. Kralları ve soyluları vardı. Güneyde sınıf farkını kullanarak İspanyollar halka boyun eğdirtmişti. Fakat İngilizlerin işi bu noktada kolay değildi. Kızılderililer kabile halinde yaşıyorlardı. Savaşçı ve özgür insanlardı. Kızılderililer belki cömert oldukları belki de “mantıklı” oldukları için ilk başta İngilizleri konuksever davrandılar. 1585’te Virgina’ya ilk yerleşme kurulmadan önce, Richard Grenville 7 gemi ile birlikte o yöreye çıktı. 1607 yılına yani ilk kalıcı İngiliz yerleşkesi Jamestown’ı oluşturana kadar orada kaldılar. Kızılderililer ilk başta konuksever davransalar da bir gün İngilizlerin gümüş bir fincanın çalınması üzere İngilizler yaptırım olarak tüm bir köyü yaktılar.

Jamestown, Şef Powhatan yönetimindeki araziye kurulmuştu. Powhatan yerleşen İngilizlere herhangi bir saldırıda bulunmadı. 1607 yılına gelindiğinde Powhatan, Jamestown’daki liderlerden John Smith ile konuştu. Powhatan beyaz adamlar arazilerine girerken ki hissiyatını şöyle anlattı: “Savaş ve barış arasındaki farkı ülkedeki herhangi birisinden daha iyi bilirim. Neden sevgi ile alabileceğimiz bir şeyi zora başvurarak alacaksınız? Size yiyecek sağlayan bizleri neden yok edeceksiniz? Savaşarak ne elde edebilirsiniz? Neden bizi kıskanıyorsunuz? Bizim silahımız yok ve eğer bize dostça yaklaşırsanız size istediklerinizi vermeye hazırız; çünkü bizler et yiyerek, rahat uyuyarak, karılarımızla ve çocuklarımızla sakin bir yaşam sürerken de İngilizlerle gülüp neşelenmenin, onlarla bakır kap kaçak ve baltalarımızı değiş tokuş etmenin; onlardan kaçarak soğuk ormanda gecelemekten, meşe palamudu, kçkler ve bebzeri şeylerle beslenmekten ve yedikten sonra rahatça uyuyamayacak şekilde avlanmaktan daha iyi bir yol olduğunu anlamayacak kadar basit insanlar değiliz. Bu savaşlarda adamlarım uykusuz kalıp, nöbet tutmak zorunda kalıyorlar ve bir dal kırılsa bile, hepsi bir ağızdan “Kaptan Smith geliyor!” diye bağırıyorlar. Böyle bir yaşama son vermek zorundayım. Bizim sizi kıskanmamıza yol açan silahlarınızı, kılıçlarınızı alın buradan gidin, aksi halde sizler de hepiniz aynı şekilde öleceksiniz.”

Powhatan açıkça daha savaş olmadan beyaz bayrak çekmiş ve asimile olmayı kabul etmişti. Onların daha güçlü olduğunu biliyor ve bu yüzden savaştan uzak durmak istiyordu. Onların üstünlüğünü kabul etmiş. Savaş çıkarmadıkları takdirde savaşmayacaklarını, birlikte dost bir hayat sürebileceklerini söylemiş fakat İngilizlerin bunu kabul etmemeleri takdirinde onları ölümle tehdit etmişti. İngilizlerin de geliş amacı İspanyollardan farklı değildi. Kaynak için gelmişlerdi. İngilizler hiçbir zaman öldürmeseler bile büyüyeceklerdi. Büyüdükçe zenginleşecekler zenginleştikçe daha fazla işçiye ihtiyacı olacaktı. Kızılderilileri köle olarak kullanmak istiyorlardı. Bu yüzden onlara boyun eğdirtmeliydiler.

1609-1610 yılları arasında “açlık dönemi” diye bahsedilen kıtlıkta, İngilizler o kadar ihtiyaç halindeydiler ki mezarları açıp henüz bozulmayan etleri yemeye çalıştılar. İnsanlar birbirlerini yemek için seni öldürürüm diyerek birbirlerini tehdit ettiler. Kimi İngilizler ise doyabilmek için Powhatan’ın kabilesine sığındı. Açlık dönemi bitince, İngiliz Vali Powhatan’dan kabilesine sığınan İngiliz askerlerini iade etmesini istedi. Powhatan ise şöyle bir cevap verdi: “Gurulu ve kibirli olmadıkça hiç kimse böyle bir isteğe karşılık vermez.” Bu cevabın üzerine İngilizler, bir Kızılderili köyüne saldırarak 15 Kızılderiliyi öldürdü, evleri yaktı, tarlaları talan etti, kabilenin prensesini ve çocuklarını kaçırıp sandala bindirdiler. Kaçırdıkları çocukları suya atıp beyinlerine ateş ettiler. En sonunda ise prensesi kılıçtan geçirdiler.

20 yıl kadar sonra Kızılderililer, İngilizlerin sayısının giderek artmasından korktular ve bölgedeki İngilizlerin hepsini bir anda katletmeye çalıştılar. Büyük bir saldırı ile, 347 erkek, kadın ve çocuğu öldürdüler. Bu olay ardından geri dönülemez bir savaş başladı.

Bu saldırı ardından anlaşıldı ki İngilizler ne Kızılderililer ile birlikte yaşayabilirdi ne de onları köleleştirebilirdi. Tek çözüm Kızılderilileri yok etmekti. Kızılderililer ormanı iyi biliyorlardı. Haliyle araziye İngilizlere nazaran çok daha iyi hakimdiler. İngilizler, Kızılderililerin izlerini süremiyorlardı. Durum böyle olunca İngilizler “barış” maskesi takma kararını aldılar. Amaçları Kızılderililere tarım için izin vermekti. Tarım arazilerinde yaşamalarına izin verip, hasat zamanı geldiği zaman da Kızılderilileri öldürüp, tahıllarını yakmaktı. İngilizler bu şekilde yılda 3 4 katliam yaptılar.

İngilizler “Yeni İngiltere” adını verdikleri topraklara gelirken bu toprakların boş olmadıklarını biliyorlardı. Kendilerine göre burada yaşayanlara bir fırsat tanımışlardı lakin yerliler bunu elinin tersiyle itmişti. Ne birlikte yaşayabiliyorlar ne de köle olarak kullanabiliyorlardı. Bu Massachusetts Valisi’nin yasa çıkarmasına ortam hazırladı. Yasaya göre bu topraklar “boş topraklar” olarak adlandırılıyordu. Üstelik bu yasayı ve yapacaklarını İncil ile destekliyorlardı: “Benden isteyin ki size vereyim, putperestlerin mirası, dünyanın en büyük payı sizin olsun.” Toprakları ele geçirmek içinse şu ayeti gösteriyorlardı: “Her kim bu güce karşı gelirse, Tanrı’nın takdirine karşı gelmiş olur; karşı gelenler lanetleneceklerdir.”

İngilizlerin bir bölümü şu an Rhode Island olarak bilinen bölgede yaşayan Pequet kabilesiyle zoraki bir barış dönemi yaşıyordu. Aslında istedikleri toprakları ele geçirmekti. Kızılderilileri sık sık kaçıran beyaz bir tüccarın öldürülmesini bahane edip Kızılderililere savaş açtılar. İngilizler adaya çıkarak bir kısım Kızılderiliyi öldürdü, yaşayanlar ise ormanlara kaçtı. Bunun üzerine İngilizler adayı dolaşıp köyleri ve tarım arazilerini yaktılar ardından diğer Pequetlerin yaşadığı sahil kıyılarına saldırdılar. “Geldiğimizi gören Kızılderililer kalabalıklar halinde koşarak bizi neşeyle karşıladılar halbuki niyetimizin onları öldürmek olduğunu bilmiyorlardı.” İngilizlerin niyeti anlaşılınca aralarında savaş çıktı. İki tarafta büyük katliamlarda bulundular. İngilizler bu savaşta Meksika’da Cortes’in kullandığı taktiği kullandılar. Düşmanı yıldırmak amacıyla ilk başta savaşçı olmayanları öldürdüler. İngilizlerin bunu yapmasının sebebi komutanın birliğine aşırı yüklenmek istememesi ve güvenmemesiydi. Komutana göre savaşta amaç düşmanın iradesini kırmak olduğu için böyle bir katliam yapmak daha kısa yoldan sonuca götürebilirdi. Böylece İngilizler köyleri ateşe verdiler. Yanmaktan kurtulan yerlileri ise kılıçtan geçirdiler. Wiiliam Bradford bu saldırıyı şöyle anlatıyordu: “Yangından kaçabilenler kılıçtan geçirildiler; bazılarını parça parça biçtiler, kaçmaya çalışanların önü meçlerle kesildi, çabucak öldüler; pek azı kaçıp kurtulabildi. Bu saldırıda yaklaşık 400 yerliyi yok ettiler. Bir yandan insanların ateşte kızardığını, diper yandan da kanın dere okul aktığını görmek korkunçtu, etrafa yayılan koku dehşet vericiydi; fakat zafer için bu fedakarlıklara katlanmak tatlıydı; bu harika zaferi kendilerine bahşeden Tanrı’ya hemen oracıkta dua ettiler. Böyle kibirli, böyle şerefsiz bir düşmanı bu şekilde ellerine düşürüp kendilerine böyle çabuk bir zafer veren Tanrı’ya şükrettiler.”  Savaşlar sürmeye devam etti. Kimi zaman İngilizler, Kızılderilileri alkol ve iftiralar ile birbirine düşürdüler. Tüm bu savaşlar devam ederken Kızılderililerin çıkardığı 3 ders vardı: 1) Çıkarlarına ters düşen durumlarda İngilizler bütün yeminlerini bozabiliyorlardı. 2) İngilizlerin savaşında hiçbir ahlaki ilke ya da merhamet yoktu. 3) Yerlilerin yaptığı silahların, İngilizlerin imal ettiği silahlara karşı hiçbir etkisi yoktu.

Kızılderililerden çalınıp gemilerle İspanya’ya götürülen bütün o gümüş ve altın İspanyol halkını zenginleştirmedi. Yalnızca bir süre, var olan güç dengesi içinde kralların kendilerini bir şey sanıp açtıkları yeni savaşlar kiralık asker tutmalarına yaradı. Sonunda açtıkları savaşlar da kaybedildi. Geriye ölümcül bir enflasyon, aç bir nüfus, paralarına para katmış zengin sınıf ve fakirlikleri daha da artmış fakir bir sınıf kaldı.”

 

Yazarlar hakkında…

Howard Zinn’i anahtar kelimeler ile anlatacak olursak onun için “eylemci”, “tarihçi”, “eski hava kuvvetleri askeri”, “yazar”, “oyun yazarı” diyebiliriz. Ailesi Yahudi göçmeni olan Howard Zinn, anılarında yaşadığı göçebeliğe sık sık yer vermiştir. Babası Büyük Buhran döneminde işçi olarak çalışan Howard Zinn, babasının işinden dolayı çokça yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Gençliğinde komünistlerle çokça tartışan yazar, kendisine birçok yürüyüşte de pay biçmiştir. Howard Zinn: “Üniversite profesörü olmadan önce bir tersane işçisiydim. Yazar olmadan önce bir depo işçisiydim. Ama ne yaparsam yapayım, her zaman sendika üyesiydim. Sendikaya giremediğim tek zaman, Hava Kuvvetleri’nde bir bombardımana gittiğim zamandı.” Buradan anlaşılacağı üzere yazar, 2. Dünya Savaşı’na bombardıman uçağında katılmıştır. Bombalanırken hiç sorgulamadığını söyleyen yazar, madalyalarını aldıktan sonra sorguladığını ifade etmiştir. Ayrıca yazar, askeriyede yaşanan ırk ve mezhep ayrımlarından bir hayli rahatsız olduğunu otobiyografisinde belirtmiştir. Savaştan sonra “barışçıl” bir kimliğe bürünmüştür. Gerek sendikada gerek de Boston Üniversite’sinde savaş karşıtı organizasyonlar düzenlemiştir.

Tarihçi, papaz, uluslararası hukuk ve insan hakları normlarının ilk savunucularından ve köleliğe ilk karşı çıkan Avrupalı Batrome de Las Casas, 1474 yılında Sevilya’da doğdu. Babası tacirdi ve Cristopher Columb’un ikinci olculuğuna katılmıştı. Salamanca Üniversite’sinde hukuk eğitimi aldı. Columb’un birinci yolculuğunun özetini ve hayatını kaleme aldı. 1502 yılında asker olarak Hispaniola’ya gitti ve kendisine encomienda verildi. Encomianda o dönemde İspanyolların toprak “atama” sistemiydi. Alınan topraklar, üstündeki yerliler(köleler) ile birlikte askerlere dağıtılıyordu.

1506’da Roma’ya giden Casas, papaz yardımcılığına atandı. 1512 yılında ise Yeni Dünya’ya atanan ilk papaz oldu. Küba adasının katliamlarla fethedilişine tanıklık etti. Şef Hautey’in diri diri yakılışına engel olamadı.1515’te İspanya’ya dönerek yapılan zulümleri anlattı. 1516 yılında ise yerlilere yapılan zulümleri soruşturacak bir komisyon üyesi olarak Amerika’ya döndü. 1520 yılında İspanya Kralı V. Carlos’un huzurunda yerlilere yapılan zulmü eleştirdi. Uzun tartışmalardan sonra Kral ancak yerliler ile barış içinde yaşanması gerektiğini kabul etti. Kral, köleciliği yasaklayan bir yasa çıkardı ve Casas’ın “özgür yerli kentleri” kurulması fikrini destekledi. Bu proje ileride encomienda sahiplerinin hoşuna gitmediği için başarısızlığa uğradı. Katliamlar devam etti. Casas kendini bir manastıra kapadı. Bu sırada başka bir papaz, yerlilerin çektiklerinin geçmişte işledikleri günahlara sebep gösterdi. Bunun üzerine köleliği yasaklayan yasa yürürlükten kalktı. “Özgür yerli kentleri” fikri ile ütopik sosyalist Thomes More’u etkilemiş olması olasıdır. Çünkü Casas, Erasmus ile, Erasmus’un ise More ile ilişkileri vardı.

 

Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 82 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin… 

 

Kemalist Eğitimin Zararları

Dikkat Kitap: Kemalist Eğitimin Zararları Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirin“3 tarafı deniz, 4 tarafı düşmana çevrili cennet vatan” paranoyası neden üretildi? Çağdaş ve laik Türkiye’nin evlâdı, Kavala yahut Halep’te yatan dedesinin mezarına bile pasaportla gidecekti. Eskiden vali gönderilen yerlere şimdi büyük elçi atanıyordu. Churchill’in dediği gibi “iki petrol kuyusunun etrafına sınır çizen” İngiliz, bir gecede ülkeler icad edilmişti. Ama Kemalist millî(!) eğitimin iğdiş ettiği beyinler bunu sorgulamaktan aciz. Körfez ülkeleri, Basra yolunun, İsrail, Doğu Akdeniz’in petrol tıpası olacaktı. Türkiye hem Rusya’nın güneye doğru genişlemesini engelleyecek hem de Bakü petrolünün Avrupa’ya ulaşıp fiyat kırmasına mani olacaktı. Diğer yandan Lazkiye ve Hayfa’dan dünya piyasalarına erişen Musul ve Kerkük petrolü bir gün pekâlâ Türkiye’den geçip İskenderun’a akabilirdi ve bu da Londra için büyük bir risk unsuruydu.

Kısacası, Britanya için gerçek tehdit güçlü bir ordu veya zengin devletler değil Türklerin uyanıp kim olduklarını hatırlamalarıydı. Şu halde dünya petrollerinin %60’ına çökmüş, Afika ve Asya’yı sömüren İngilizler için yapılacak tek bir şey vardı: Kullanışlı aptallar yetiştirecek bir eğitim sistemi kurmak ve bunu Türklere “millî eğitim” diye yutturmak.

Eğitimle ilgili sorunlarımız nasıl düzelir? Yahut birgün düzelir mi? Elinizdeki bu kitapta Ufuk Coşkun Kemalist eğitimin sorunlarına işaret etmekle kalmıyor, bir yandan çözümler önerirken bir yandan da millî eğitimin ideolojik, tarihi ve kültürel arka planını gözler önüne seriyor. Milat Gazetesi yazarı, bolgepostasi.com Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Coşkun’u televizyondaki tartışma programlarından ve eğitim konulu çalışmalarından tanıyorsunuz. Bizzat eğitim dünyasının sorunlarını içeriden yaşayan Coşkun aynı zamanda “Kürdüm Doğruyum Çalışkanım” ve “Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü” kitaplarının da yazarı. Ufuk Coşkun’un “Kemalist Eğitimin Zararları” adlı kitabını buradan indirebilirsiniz.

Petrol kandan ağırdır

Petrol kandan ağırdır Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirin

(Son güncelleme: 2ci sürüm, 27 Mart 2018)

Petrolün fiyatının 50$ üzerinde kalması için yılda ortalama 75.000 insanın ölmesi gerekiyor. Süveyş kanalının Mısır tarafından kamulaştırılması, petrol krizleri, 6 sün savaşı, İran-Irak savaşı, Irak’ın işgali ve Suriye… İnsan kanıyla para basan bu makine 50 senedir asker, sivil, kadın çocuk demeden insan öğütmeye devam ediyor. Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler. Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı. Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor? Buradan indirebilirsiniz.

Savaş Meydanda Değil Masada Kazanılır

Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinDünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa’nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini petrolsüz ve dövizsiz bırakıp boğabilecek bir güce sahip.(Bkz. Petro-dolar sistemi)

Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var. 21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar… Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Fikir Kırıntıları-4

Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinİslâm coğrafyasında sürüp giden petrol savaşları deniz yollarından ayrı düşünülebilir mi? Sudan petrolünü Çin’e taşıyan yol Yemen ve Malaka boğazından geçiyor. İran ve Arap petrolünü Avrupa’ya taşıyan yol ise Mısır’daki Süveyş kanalından. Akdenizi’in Atlantik kapısı olan Cebelitarık ve Pasifik’i Altantik’e bağlayan Panama da aynı “uygarların” kontrolünde. Bütün deniz yollarını kontrol eden bu ülkeler hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahipler hem de dünyadaki silahların %90’ını üretip satıyorlar. Ve aynı ülkeler sürekli dünya barışı ve özgürlük için çalıştıklarını söylüyorlar! Kendisini dünyanın mâliki gibi gören bu “uygarlığın” önüne çıkan liderler öldürülüyor, ülkeler işgal ediliyor, hükümetler darbe ile, halklar ise terörle “terbiye” ediliyor. Evet… Bu konulara odaklanan Fikir Kırıntıları serisinin 4cü kitabını ilginize sunuyoruz. Konu başlıkları şöyle:

  1. Bazı çocuklar çikolatadan nefret eder!
  2. Lityum savaşları başladı!
  3. Savaşsızlık, barış değildir!
  4. Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın!
  5. Denizlere hâkim olanlar nasıl dünyaya hâkim oldular?
  6. Modern savaşlarda neden insan değersizleşiyor?
  7. Teröre karşı sıradan vatandaşların yapabilecekleri 3 şey

“Fikir Kırıntıları-4” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.

Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinDerin Savaş

Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir. Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi? Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu  savaşta asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…) Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları… Buradan indirebilirsiniz.

Fikir Kırıntıları-3

fikir-kirintilari-3-kapak Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinArtık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.

Rönesans’ın Kara Kitabıronesans-kara-kitap-kapak Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirin

Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu. İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.

Derin Medeniyetderin-medeniyet Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirin

Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير) Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.

fikir-kirintilari-2 Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinBir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle: Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.

Fikir Kırıntıları – 1fikir-kirintilari Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirin

140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak  bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.

Kitap tanıtan kitap 7kitap-tanitan-kitap-7 - kucuk Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirin

Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların  yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.Önceki kitap sohbetleri:

Derin Lügat güncellendi. Sürüm 7.0 yayında. Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinDerin Lügat 7.0

Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

  • 7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
  • 6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
  • 5ci sürüme eklenen yeni terimler:Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
  • 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
  • 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik? “Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın(intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir. İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Edward Hopper’ı okumak

hopper-kapak Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinAmerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.

Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinGüzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”. İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocuklarıoteki-sinemanin-cocuklari Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirin

Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeleryerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6 Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirin

Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz. Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansin Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

tezyin_kapak-150 Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinGözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinT.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.

freud-kapak Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor. Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirinFethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu. 15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?  Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdıryitik Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirin

Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir? Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.

İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” Ücretsiz kitap indirin82 kitap indirindemokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor. Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin