Hitler neden hava üstünlüğünü kaybetti?
By my on Ara 28, 2018 in Aforizmalar, Enerji, petrol, Savaş, Tarih
- Alman hava kuvvetlerini, benzin kalitesinin savaşa etkisini, Hitler’in kömürden benzin yapma projesini, sebeplerini ve sonuçları konuşalım.
- Savaşın sonunda Amerikan ve İngiliz uçakları, Alman uçaklarından daha hızlı ve daha uzağa gidiyor; daha yükseğe çıkabiliyordu. Almanya ise pilotların eğitimine ayıracak yakıt bulamadığı için, gençleri gerekli eğitim süresinin sadece üçte biri ile savaşa gönderdi. Neden?
- Savaşın başında Hitler İngiltere’yi işgal etmek istiyordu. Planlar hazırdı. Sadece planlar değil uçaklar, gemiler, tanklar ve asker de hazırdı. Ama olmadı.
- Oysa Alman donanması Londra’ya çok sıkı bir ambargo uygulamayı başarmıştı. Alman denizaltıları, İngiliz limanlarına mal getirip götüren ticaret gemilerini büyük ölçüde engelliyordu. Bu ambargo, hava desteği olmaksızın başarılamazdı. Zira uçakla yapılan keşif çok önemliydi.
- İlerleyen yıllarda Alman saldırılarını öngörebilmek için İngilizler radar kullandılar. Bu sayede yaklaşan uçakların hızını, yüksekliğini, sayısını erkenden öğrendikleri için az sayıda uçakla çok sayıda saldırıya karşı koyabildiler. Ama savaşın ilk başında üstünlük Almanlardaydı.
- Hitler Fransa’yi alınca Londra dâhil önemli İngiliz şehirlerine saldırmak için çok uygun üsler ele geçirmiş oldu. Londra defalarca Alman uçaklarınca bombalandı; binlerce insan öldü. Londralılar metro istasyonlarını sığınak gibi kullandılar ve çocukları şehir dışına yolladılar.
- Savaşın başında Hitler Almanya’sının hava kuvvetleri, hem pilot tecrübesi hem de uçakların teknik özellikleri bakımından İngiliz ve Amerikan hava kuvvetlerinden üstündü. Hitler neden hava üstünlüğünü kaybetti? Türkiye bundan nasıl dersler çıkartabilir?
- Almanya’da doğal petrol yatakları çok az olduğu için kömürden sentetik yöntemler ile sıvı yakıt üretme çalışmaları çoktan başlamıştı. Ülkenin zengin kömür yatakları göz önüne alındığında, bu yönde bir çözüm aramak mantıklıydı.
- Kömür de petrol gibi hidrokarbon olduğundan mesele, bu unsurları kömürden en iyi ve en verimli şekilde ayırmak ve bunları yağa benzer bir sıvıya dönüştürmekti. Hitler 1933’te şansölye olurken, bunu başarmak için dört yöntem üretim ve geliştirme aşamasındaydı.
- İlk süreç, koklaşmanın bir yan ürünü olan benzolü üretimiydi. Benzol, mazot ile karıştırılan bir yakıt olarak kullanılıyordu. Benzol üretiminin sıkıntısı, kok miktarına bağlı olması ve bunun da ham demir üretim limitleri ile belirlenmesiydi.
- 2ci yöntem, linyit kömüründen damıtma yoluyla sıvı yakıt üretmekti. Kahverengi veya yumuşak kömür hafifçe ısıtılıyor; çıkan katran ve yağ akıtılarak distile ediliyordu. Bu farklı tekniklerin çoğunda stratejik hammaddeler Beyaz Saray’ın izniyle Amerikan şirketlerinden geliyordu.
- Linyitten elde edilen ürün o kadar düşük kalitedeydi ki ancak % 10’u benzine eşdeğer bir yakıt olarak kullanılabiliyordu, geriye kalan % 90 ise ısıtma ve dizel olarak kullanışlıydı.
- 3cü yol Fischer-Tropsch süreci o sırada araştırma aşamasındaydı. Kömür, karbonun hidrojenle karışması için gazla sıkıştırılırıyordu. Bu karışım fırınlarına yerleştirerek ve belirli katalizörleri ekleyerek, yağ molekülleri oluşuyordu. Bu ilk maddenin arıtılması ile yakıt meydana geliyordu.
- Fischer-Tropsch yöntemi ve dördüncü bir yöntem olan hidrojenasyon, kömürü doğrudan yakıta dönüştürdü. Kömürün az ve benzinin yüksek oranda hidrojen içermesi sebebiyle, sorun hidrojen moleküllerinin kömürdeki karbona bağlanması, sıvılaştırılmasıydı. Bu, yüksek sıcaklıklar ve yüksek basınç gerektiren hidrojenleme işleminin temeli idi.
- 1933 yılına gelindiğinde, bu yöntem kapsamlı bir şekilde test edilmiş ve büyük ölçekli pratik uygulama için hazırdı. Hidrojenasyon yönteminin avantajı, birincil malzeme olarak, hem linyit hem de bitümlü kömürün damıtılmasından elde edilen katranların yanı sıra linyit ve bitümlü kömürün doğrudan kullanılmasıdır.
- 1920’lerde Almanlar, diğer yakıt kaynaklarını düşünmeye başladıklarında, bunu üç sebepten dolayı yaptılar. İlk olarak, I. Dünya Savaşı sırasındaki abluka, onlara sayısız temel hammaddenin ithalatına ne kadar bağımlı olduklarını ve bu bağımlılığın onları ne kadar savunmasız hale getirdiğini öğretmişti.
- İkincisi, kaybedilen savaş ve devam eden ekonomik zorluklar nedeniyle, Almanya yabancı petrol satın almak için gerekli olan dövizi bulamıyordu.
- Dahası, Almanya’nın liderliği artan bir şekilde bir savaş ekonomisinin gereklilikleri ile ilgiliydi ve 1938’den sonra bu endişeler önemli bir yer işgal etti. Bundan önce, bitümlü kömür işlemine dayanan beş hidrojenasyon tesisi inşa edilmiştir.
- Bu fabrika, Scholven, Ruhr bölgesinde yer aldı; Leuna, Böhlen, Magdeburg ve Zeitz’teki diğer dört tesis, linyit yataklarına komşu olan, merkezi Almanya’da yer almaktaydı. 1937’de tesislerin toplam üretimi, 4.8 milyon varildi ve bu çeşitli kalitelerde petrole yakın yakıtlardı.
- Hidrojenasyon, Almanya’nın petrol sıkıntısı için bir çıkış umuduydu. Bu yöntem, 60 ila 72 oktanlı oktanlı bir benzine ve dolayısıyla yüksek nitelikli yakıt üretimine imkân veriyordu.
- Kurşun tetraetil yardımıyla, oktan okuması 87’ye yükseltilebilir. Yüksek oktanlı benzin, motorun sıkıştırma oranını belirlediğinden ve sıkıştırma oranı da motorun gücünü belirlediğinden muharebelerde çok önemliydi.
- 1939’a gelindiğinde, hem Amerikan hem de İngiliz hava kuvvetleri yüksek kaliteli benzin kullanmaya başladı ve daha sonra uçakları daha güçlü motorlarla donatılabildi.
- Almanya’da da, böyle bir yüksek-test benzini üretmek için bir yöntem keşfedilmişti, fakat süreç, farklı birincil malzemeler kullanılan Amerikan yönteminden çok daha karmaşık, hantal ve pahalıydı.
- Üretimdeki bu güçlükler nedeniyle, Alman hava kuvvetleri (Luftwaffe) 1938’in sonuna kadar yüksek oktanlı yakıt üretimini ihmal etti.
- Bu nedenle 1945’e yani savaş bitene kadar Alman Hava Kuvvetleri, İngiliz ve Amerikalıların sahip olduğu yakıt kalitesine ulaşamadı.
- Somut olarak kaliteli benzin ne anlama geliyordu? % 15 daha yüksek hız, bombardıman uçağı için 1500 mil daha uzun menzil ve 10.000 feet fazladan yükseklik.
- Göring, 1938’in sonlarında, gözden geçirilmiş Ekonomik Üretim Planında yer alan 19 milyon varil yakıtın, izooktanın kalitesine eşdeğer yüksek-test benzini olarak üretilmesini talep ettiğinde, geçmişteki ihmali telafi etmeye çalıştı.
- Savaş şartlarında, 1939 yılında toplam 63.000 varil üretim ile savaş başladığında sadece iki küçük test tesisi faaliyete geçti. Hem çelik hem de insan gücü yetersizliği, hidrojenasyon tesislerinin tam inşaat programının tamamlanmasını geciktirdi.
- Savaşın başlangıcında, yedi tesis faaliyete geçti, üçü inşaatın ilerleyen aşamalarındaydı ve diğer ikisi de zorlukla başladı. Yüksek oktanlı havacılık yakıtı üretimi için dört tesis dışında, Eylül 1939’dan sonra başka hiçbir tesis kurulmamıştır.
- Taşıma suyla değirmen dönmüyordu. Hitler ele geçirdiği topraklardan petrol toplasa bile yeni operasyonlar bunların tükenmesine sebep oluyordu. Alman ordusu çölde susuz savaşan bir ordu gibiydi.
- Yine de, 1938 ve 1943 arasında sentetik yakıt üretimi, 10 milyon varilden 36 milyona kadar tırmanarak kayda değer bir artış gösterdi. Tüm kaynaklardan elde edilen verim ile karşılaştırıldığında sentetik yakıtların oranı 1943’te % 22’den % 50’ye çıktı.
- Aynı dönemde tüm kaynaklardan temin edilebilen toplam petrol 1938’de 45 milyon varilden 1943’te 71 milyon varile yükseldi.
- Ne var ki, yeni fabrikalar için 1943’ün sonlarına doğru çok geç kalmıştı. Mayıs 1944’teki hidrojenasyon tesislerine ilişkin Müttefik hava saldırılarının başlangıcı, tüm beklentileri yok etti ve Alman savaş makinesi için çöküş başladı.
- İlk büyük baskın 12 Mayıs 1944’te beş fabrikaya karşı yöneltildi. Diğer baskınlar ardı ardına devam etti ve 1945 baharında sürdü. Baskınların ciddiyeti hemen Almanlar tarafından kabul edildi.
- 30 Haziran 1944 ve 19 Ocak 1945 arasında, Albert Speer’in, Hitler’e verdiği raporlarda mayıs ve haziran aylarındaki saldırıların havacılık yakıtı üretimini % 90 azalttığını belirtiyor.
- Üretimi sürdürmek için asgari onarımlar yapılması altı ila sekiz hafta gerektiriyordu ancak rafineriler korunmadıkça hiçbir şey garanti edilemiyordu.
- Speer da Mareşal Erhard Milch gibi konuşuyordu: “Hidrojenasyon tesisleri en hassas noktalarımızdır; onlara saldırılması tüm savaş kabiliyetimizi yok ediyor. Uçaklar artık uçmayacak, aynı zamanda tanklar ve denizaltılar da yürümeyecek”.
- Evet… Bütün bu bilgilerden Türkiye nasıl bir ders çıkartabilir? Evvelâ şu meseleyi sorgulayarak başlayalım: 1942’de ve bugün, 2018’de savaşmak acaba ortaçağdaki savaşlara ne kadar benziyor? Kahramanlık, vatan sevgisi bu modern savaşların zafere ulaşmasında hâlâ geçerli mi?
- Kılıçla yapılan bir savaş ile modern savaşları aynı potada eritsek ne buluruz? Lojistik bakımından eski savaşlarda mesele atların yediği ot ve askerin suyu, ekmeği idi. Bugün su kadar ihtiyaç duyduğumuz şey petrol. Tabi radar vb için elektrik de gerekli ama petrol özel.
- Bir başka deyişle… Petrolü olan bir devlet ile petrolsüz bir devlet savaşa girdiği zaman aslında mağlubiyet ilânını peşinen imzalamış oluyor. Çünkü zafer, tankları, uçakları, gemileri ve askerin ekmeğini taşıyan kamyonları yürüten petrol ile mümkün.
- Petrol tedarikini garantilemeden savaşa giren modern bir ordu, bütün su kuyuları düşman kontrolündeyken çölde savaşmayı kabul etmiş gibidir. Bu kabul, bir cesaret ispatı değil ancak intihar olarak adlandırılabilir.
- Askerin cesareti, komutanın feraseti muharebe anında önemlidir. Ancak savaş, muharebeden ibaret değildir. Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethetmek için yıllarca hazırlık yaptığını, Makedonyalı İskender’in ordularını denizden lojistik gemilerin desteklediğini unutmayın.
Birkaç e-kitap tavsiyesi ile silsileyi sırlayalım. Ücretsiz, PDF olarak indirebileceğiniz bu kitaplarda jeopolitik ve askerî stratejinin temel metinlerinden alıntılar da var. Kendini geliştirmek isteyen okurlar bu e-kitapları ve tavsiyelerimizi okuyabilirler:
- Dikkat Kitap: Petrol kandan ağırdır güncellendi. Sürüm 3.0 yayında.
- Dikkat Kitap: Savaş Meydanda Değil Masada Kazanılır
- Dikkat Kitap: Derin Savaş
… E-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.