Sinemada siyasî propaganda nasıl yapılır?
By my on Haz 11, 2019 in Aforizmalar, hollywood, pentagon, Sinema
- Filmler, siyasî tercihlerimizi biz farkına varmadan değiştirebilir mi? Gençler, isyana teşvik edilebilir mi?
- Bir film, sinema salonunda seyredildiği zaman, insanların şuur altında önemli izler bırakır. Neden? Karanlık sebebiyle göz ve kulaklarınız filme kilitlenir. Evde olmadığınız için dikkatinizi dağıtacak şey yoktur. Bir de diğer seyircilerin varlığı, hissettiklerinizi yoğunlaştırır. Meselâ…
- Evde bir komedi filmini tek başına seyredip gülmekle arkadaşlar arasında aynı filme gülmek farklıdır. Benzer şekilde sinema salonunda, yüzlerce insanla birlikte gülmek, korkmak daha yoğun yaşanır. İşte bunu iyi bilen ülkeler, sinemayı yıllardır siyasî propaganda aracı olarak kullanırlar.
- İlkel propaganda, doğrudan düşmanı hedef alan, “biz iyiyiz, onlar kötü” diyen filmlerdir. Soğuk savaşta Ruslar ABD karşıtı çok film yaptılar. Daha önce Nazi Almanyası da düşmanlarını kötüleyen filmler çevirdi. Fakat düşmanı doğrudan kötülemek çok etkili değil. Neden?
- Zira seyirci özgür iradesine karıştığınızı düşünür ve bundan sıkılır. Etkili propaganda filmleri, gerçek amaçlarını gizlemişlerdir. Meselâ uzaydan gelen bir grup, bir şehrin çocuklarını esir alır ve robotlaştırır. Bu aslında komünizmi temsil eder. Ama görünüşte billim-kurgudur.
- Bu tür örtülü propagandanın bir başka faydası daha var: Hedef kitleniz kimse ona göre film yaparsınız. Meselâ gençler tarihi film seyretmek istemiyorsa komünizmin tarihindeki kötü olayları anlatmanız etkisiz olur. Bilim-kurgu seviyorlarsa komünizmi hatırlatan uzaylılar işinizi görür.
- Almanlar da çok çalıştı ama bu örtülü propaganda işinin sırrını en iyi çözenler Amerikalılar oldu. Hollywood ve Pentagon arasında imzalanan milyarlarca dolarlık sinema kontratlarını ve bu işin perde arkasını şu kitapta anlatmıştık: Amerika Tedavi Edilebilir mi?
- İlginç bir örnek: Star Wars. Şimdiki gençler burun kıvırabilir ama benim kuşağım (1970’lerde doğanlar) için bu lazer tabancaları, robotlar filan oldukça yeniydi. Star Wars, görsel efekt olarak o döneme kadar yapılan filmlerden üstündü…
- Propaganda unsurlarıyla beraber dönemin politik ortamını da anlatacağız bir parça. Zira hangi propagandayı ne amaçla yaptıklarını başka türlü gösteremeyiz. Vietnam felaketi ve 1975’teki Watergate skandalından sonra ABD iyice rezil olmuştu George Lucas’ın Star Wars’ı yaptığı devir buydu.
- Filmi seyrettiyseniz fark etmişsinizdir. “Bizimkiler” yani Amerika’yı temsil eden iyiler, buhran içindeler. Zayıf ve dağınıklar. Kötü tarafta olanlar ise güçlü, organize ama aynı zamanda korku ile sağlanan bir disiplin var. Birey yok, herkes tektip; yani anti-komünist klişelere çok uygun.
- Kendini mutlak “iyi” yanında gören isyancıların manevi bir gücü, inancı ve rehberleri var: Jedi, “Güç seninle olsun” vs… Mutlak kötü Dark Vador (karanlık Baba) ise Stalin’e benziyor. Kendi emrindekilere bile eziyet edebiliyor. Hiç gülmüyorlar. Her şey siyah ve kırmızı.
- Filmdeki Ölüm Yıldızı da ilginç bir unsur. Hiç ummadıkları yerde, birden ortaya çıkan bu dev uzay gemisinin içi denizaltı gibi koridorlarla dolu. Rusların nükleer füze taşıyan denizaltıları gibi. Zaten Ölüm Yıldızı da bütün bir gezegeni bir saniyede yok edebiliyor.
- Burada bir an durup propagandanın gücü üzerine düşünün. Gerek soğuk savaş sırasında gerekse bugün, “en tehlikeli ülke kim?” diye sorsanız birçok insan Rusya’yı düşünür. Oysa atom bombasını ilk yapan ve sivillere atan Amerika idi.
- Star Wars’ta dikkat çeken bir başka şey de Amerika’yı temsil eden “iyilerin” prensese, Jedi ve Güç’e itaat etmesi sevgi, sadakat ve inanç gibi değerlere dayanıyor. Kötüler ise korkudan itaat ediyorlar.
- Gerçek Amerika? Polisin her gün 3-4 insanı vurduğu, zencilerin beyazlardan kat kat fazla hapis yattığı, fakir çocukların açlıktan öldüğü bir ülke. Varsa bir itaat, menfaate ve çokça korkuya dayalı. 11 Eylül, Patriot Act, ABD’nin her yeri bombalaması…
- Filmde iyiler (Amerikalılar) hatta her jedi, kendi karakterine, kendi fiziğine ve kendi tarzına sahip. Darth Vader’in ordusunda ise klonlar, robotlar… Yani bir yanda liberal, bireysel ve demokratik bir toplum, diğer yanda totaliter, tektipleştirici, sansür yapan ağır bir Sovyet bürokrasisi.
- Sovyetlere benzeyen “kötülerin” imparatorluğuna filmde “evil empire” denmesi de önemli. Soğuk savaşta ABD başkanı Reagan Ruslara bu ismi takmıştı. İki Bush ve Trump ise saldırıp işgal edecekleri ülkeleri böyle nitelendirdiler (Axis of evil). Meselâ Kuzey Kore, İran, Libya, Irak…
- Yine Reagan tarafından 1983’te halka duyurulan savunma projesi (Strategic Defense Initiative) de “Star Wars” diye adlandırıldı. Rusya’dan gelecek nükleer füzeler ABD’ye yaklaşırken silahlı uydularca, lazer, X-ışını ve füzelerle vurulacaktı.
- Gerçek korku imparatorluğu ABD’nin kendisiydi ama çok güçlü bir propaganda makinesi olan Hollywood sayesinde hem Amerikalıları hem de dünyanın büyük bir kısmını uyutabiliyordu.
- Strategic Defense Initiative hiçbir işe yaramadı. Milyarlarca dolar, hükümete rüşvet veren savunma şirketlerine aktı.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 84 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Elinizdeki bu kitap, Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran çalışmaların altıncısı. (Buradan indirebilirsiniz) Maksadımız, iş hayatındaki uzmanlaşmadan kaynaklanan ufuk daralmasını engellemek, merak uyandırmak ve okurlarımızı araştırmaya teşvik etmek. Kısacası, bahsettiğimiz konuları derinleştirmek isteyenler makale ve kitap okuyarak kendilerini geliştirmeye devam etmeliler. Fikir Kırıntıları-6’nın sorguladığı meseleler şunlar:
- Savunma enerji sektöründeki stratejik şirketlerimiz güvende mi?
- Türkiye neden uçak motoru yapamıyor?
- Neden Kürtler hedefteydi? Yeni bir Halepçe olur mu?
- Uygurlar için ne yapılabilir?
- Banka nedir; nasıl çalışır; nasıl çalışmalıdır?
- S-400 füzesi, ABD darbelerini engellemek için kullanılabilir mi?
- ABD bir hukuk devleti midir?
- Gerçekler hakikaten var mıdır?
- 3cü dünya savaşı: Ne zaman başlar? Kaç yıl sürer? Nasıl biter?
- Vatikan’ın kaç parası var? Nerede saklı? Vatikan bu parayla ne yapıyor?
- Bireysel silahlanma Türkiye’ye uyar mı?
- Frankenstein ve Marx
- Nobel ekonomi ödülü mü yoksa soytarılık mı?
- Abdülhamid neden Osmanlı’nın çöküşünü engelleyemedi?
- Geleceğin savaşları neye benzeyecek?
- Savaşan robotlar askerlerin yerini alacak mı?
- Amerika nükleer silahlarına sahip çıkamıyor
- Veri politikası
- Ruhr Kızılordusu ve Alman işçi isyanı
Sosyal medyaya en çok yöneltilen eleştirilerin başında yalan haberlerin yayılması ve kısa mesajlar yüzünden fikirlerin sloganlaşması geliyor. Haklı mı bu eleştiriler? Gerçekte “ana akım” denen gazete ve televizyon kanalları, sosyal medya fenomenlerinden daha dürüst değiller. Çünkü patronların veya arkalarındaki ulus-devletlerin propagandasını yapıyorlar. Bunların yalan haberden yakınmaları bile yalan. Gerçekte, yalan tekelini kaybetmiş olmanın üzüntüsü içindeler.
Gelelim ikinci eleştiriye. Siyasî, ekonomik ve hukukî sorunlar 5-10 kelimeye, birkaç görsele sıkışıp kalıyor. Bu doğru. Ancak sosyal medyanın “hafifliği” ve sür’ati sayesinde resmî tarih ve resmî ideoloji kolaylıkla tartışmaya açılabiliyor. Burada elbette sloganların ve uydurma komplo teorilerinin girdabına kapılma riski var. Evet… Elinizdeki bu kitap, Fikir Kırıntıları-5, Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran çalışmaların beşincisi. Az önce bahsettiğimiz tehlikelerden yani yalan haber, sloganlaşma ve paranoyak teorilerden korunmak için çok sayıda kitap ve makale tavsiye ettik. Eğer sosyal medya mesajları gerçeğin kendisi gibi değil bir sorgulama fırsatı gibi kullanılırsa kemikleşmiş korkular ve önyargılar bir çırpıda yokedilebilir. Bizim de amacımız bu zaten. Kısacası, bahsettiğimiz konuları derinleştirmek isteyenler makale ve kitap okuyarak kendilerini geliştirmeye devam etmeliler. Fikir Kırıntıları-5’in sorguladığı meseleler şunlar (Buradan indirebilirsiniz):
- Algı operasyonu nedir?
- Çocuklara tecavüz önlenebilir mi?
- Türkiye’nin algı operasyonlarında gol yemesinin sebebi parasızlık değil vizyonsuz ve çapsız bürokratlardır.
- Casus kurtarma operasyonu nasıl yapılır?
- İnterpol bir suç örgütüne mi dönüşüyor?
- Ateşin haberini almak ile yanına oturup ısınmak arasındaki fark nedir?
- Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?
- Devletler neden terör örgütlerinin para hareketlerini takip edemiyor?
- Rabıta nedir?
- Endüstri 4.0 ile Bilgi Teknolojileri Endüstriyi Tahakküm Altına Alabilir
- İslâmî devlet olur mu?
- Yurt dışında okumaya veya çalışmaya gerçekten hazır mısınız?
- Recep Tayyip Erdoğan ve Ak Parti üzerine dobra dobra
- Yapay Zekâ: Tehditler ve Fırsatlar
- Ölümsüzlük üzerine…
- Tarihî propaganda ve ideolojik çarpıtmalardan nasıl korunalım?
- Çevik yazılımda 9 tuzak ve 9 çözüm
- Artık doktorun gözünde hasta değil müşterisin!
- Benzinli arabadan elektrikliye geçerken… Fırsatlar ve tehditler…
“3 tarafı deniz, 4 tarafı düşmana çevrili cennet vatan” paranoyası neden üretildi? Çağdaş ve laik Türkiye’nin evlâdı, Kavala yahut Halep’te yatan dedesinin mezarına bile pasaportla gidecekti. Eskiden vali gönderilen yerlere şimdi büyük elçi atanıyordu. Churchill’in dediği gibi “iki petrol kuyusunun etrafına sınır çizen” İngiliz, bir gecede ülkeler icad edilmişti. Ama Kemalist millî(!) eğitimin iğdiş ettiği beyinler bunu sorgulamaktan aciz. Körfez ülkeleri, Basra yolunun, İsrail, Doğu Akdeniz’in petrol tıpası olacaktı. Türkiye hem Rusya’nın güneye doğru genişlemesini engelleyecek hem de Bakü petrolünün Avrupa’ya ulaşıp fiyat kırmasına mani olacaktı. Diğer yandan Lazkiye ve Hayfa’dan dünya piyasalarına erişen Musul ve Kerkük petrolü bir gün pekâlâ Türkiye’den geçip İskenderun’a akabilirdi ve bu da Londra için büyük bir risk unsuruydu.
Kısacası, Britanya için gerçek tehdit güçlü bir ordu veya zengin devletler değil Türklerin uyanıp kim olduklarını hatırlamalarıydı. Şu halde dünya petrollerinin %60’ına çökmüş, Afika ve Asya’yı sömüren İngilizler için yapılacak tek bir şey vardı: Kullanışlı aptallar yetiştirecek bir eğitim sistemi kurmak ve bunu Türklere “millî eğitim” diye yutturmak.
Eğitimle ilgili sorunlarımız nasıl düzelir? Yahut birgün düzelir mi? Elinizdeki bu kitapta Ufuk Coşkun Kemalist eğitimin sorunlarına işaret etmekle kalmıyor, bir yandan çözümler önerirken bir yandan da millî eğitimin ideolojik, tarihi ve kültürel arka planını gözler önüne seriyor. Milat Gazetesi yazarı, bolgepostasi.com Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Coşkun’u televizyondaki tartışma programlarından ve eğitim konulu çalışmalarından tanıyorsunuz. Bizzat eğitim dünyasının sorunlarını içeriden yaşayan Coşkun aynı zamanda “Kürdüm Doğruyum Çalışkanım” ve “Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü” kitaplarının da yazarı. Ufuk Coşkun’un “Kemalist Eğitimin Zararları” adlı kitabını buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: 4cü sürüm, 12 Ocak 2019)
Petrolün fiyatının 50$ üzerinde kalması için yılda ortalama 75.000 insanın ölmesi gerekiyor. Süveyş kanalının Mısır tarafından kamulaştırılması, petrol krizleri, 6 sün savaşı, İran-Irak savaşı, Irak’ın işgali ve Suriye… İnsan kanıyla para basan bu makine 50 senedir asker, sivil, kadın çocuk demeden insan öğütmeye devam ediyor. Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler.Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı. Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor? Buradan indirebilirsiniz.
Savaş Meydanda Değil Masada Kazanılır
Dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa’nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini petrolsüz ve dövizsiz bırakıp boğabilecek bir güce sahip.(Bkz. Petro-dolar sistemi)
Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var. 21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar… Kitabı buradan indirebilirsiniz.
İslâm coğrafyasında sürüp giden petrol savaşları deniz yollarından ayrı düşünülebilir mi? Sudan petrolünü Çin’e taşıyan yol Yemen ve Malaka boğazından geçiyor. İran ve Arap petrolünü Avrupa’ya taşıyan yol ise Mısır’daki Süveyş kanalından. Akdenizi’in Atlantik kapısı olan Cebelitarık ve Pasifik’i Altantik’e bağlayan Panama da aynı “uygarların” kontrolünde. Bütün deniz yollarını kontrol eden bu ülkeler hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahipler hem de dünyadaki silahların %90’ını üretip satıyorlar. Ve aynı ülkeler sürekli dünya barışı ve özgürlük için çalıştıklarını söylüyorlar! Kendisini dünyanın mâliki gibi gören bu “uygarlığın” önüne çıkan liderler öldürülüyor, ülkeler işgal ediliyor, hükümetler darbe ile, halklar ise terörle “terbiye” ediliyor. Evet… Bu konulara odaklanan Fikir Kırıntıları serisinin 4cü kitabını ilginize sunuyoruz. Konu başlıkları şöyle:
- Bazı çocuklar çikolatadan nefret eder!
- Lityum savaşları başladı!
- Savaşsızlık, barış değildir!
- Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın!
- Denizlere hâkim olanlar nasıl dünyaya hâkim oldular?
- Modern savaşlarda neden insan değersizleşiyor?
- Teröre karşı sıradan vatandaşların yapabilecekleri 3 şey
“Fikir Kırıntıları-4” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir. Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi? Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu savaşta asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…) Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları… Buradan indirebilirsiniz.
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu. İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير) Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle: Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 10cu sürümdeki yeni kelimeler: Nobel Ekonomi Ödülü, Sıfır tolerans, Işık, Feminizm, Moda, Tüketim, “Şimdi” mefhumu.
- 9cu sürümdeki yeni kelimeler: Tarihin Sonu, Beyin Göçü, Kölelik, İnsanlık, Maske, Vermek.
- 8ci sürüme eklenen yeni terimler: Fetih, Estetizasyon, Rönesans, Amerika’nın keşfi, Çelişki, Mecazî aşk, Big Data, Nobel Barış Ödülü, Allah korkusu, İnsan Kaynakları, Gaflet, Batı, Objektif Bilgi.
- 7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
- 6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler: Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik? “Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın(intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir. İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”. İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeleryerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz. Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor. Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu. 15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir? Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor. Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.