Kayı- I, Ertuğrul’un Ocağı / Ahmet Şimşirgil
By Merdümgiriz on Haz 1, 2020 in Kitap Sohbeti, Osmanlı, Tarih
“Tarih kitaplarımız haçlıların en büyük zaferidir”
Tarihine bu kadar yabancı kalmış, idraklerine vurulan zincirleri kırmaya dahi takati olmayan bedbin bir milletin yaşadığı kimlik bunalımını çok güzel ifade etmişti Cemil Meriç. Genç beyinlere ilmek ilmek işlenen resmi tarih, 3 kıtaya adalet dağıtmış bir medeniyeti zıptı çıktı uygarlıklara taklide mahkûm etmiş, kadirşinas bir milleti Osmanlı’ya karşı harfendaz bir düşüncesizler yığınına çevirmeyi maalesef başarmıştı. Osmanlı’yı Kuruluş-Yükselme-Gerileme-Yıkılma zindanına hapseden resmi tarih anlayışıyla mücadele etmek ve murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak anlayışını tekrar canlandırmak elbette çetin bir iş olacaktı. Kalemiyle tüm bu karalamalarla cenk edebilmek ise ayrı bir tarih şuuru gerektirecekti. Bu doğrultuda, Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in “Kayı” serisi, gıpta edilen, özlenen ve mazlum coğrafyaların yürek bohçalarında ağıt ve umutlarla beklediği Osmanlı’yı bize gösteren nadide bir eser olması açısından okunmaya ve nesillerimize okutturulmaya layıktır.
Kayı serisi 10 ciltten oluşan ve Osmanlı tarihini baştan sona irdeleyen bir yapıt olup, serinin ilk eseri olan Kayı – Ertuğrul’un Ocağı adlı kitap 5 bölümden oluşmaktadır. (Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad-ı Hüdavendigar, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed)
BİRİNCİ BÖLÜM
Yine Osman Gazi’nin kılıç hakkı ile fethettiği Karacahisar’a pazar kurulmaya başlanmıştı. Germiyan vilayetinden bir kimse gelip Osman Gazi’nin huzuruna vardı ve “Bu pazarın bacını bana satın” dedi.
Osman Gazi, “Bac da ne ki?” diye sorunca o şahıs:
“Pazara yük getiren herkesten akçe almaya denir” dedi.
Osman Gazi: “Bu pazara gelenlerden alacağın mı var ki, onlardan akçe isteyeceksin” deyince adam: “Bu eskiden beri adettir. Her yükten padişah için akçe alırlar” dedi. Osman Gazi hiddetlendi:
“Bugüne kadar, böyle bir şeyin ille de alınması icap ettiğini ne bir din kitabında okumuş ne de bir âlimin sohbetinde duymuştum. Bu Hak Teâlâ’nın buyruğu mu, peygamber sözü mü, yoksa her ilin padişahı kendisi mi uydurmuştur?” Adam bu sözlere: “Evvelden beri hükümdar töresidir” diyerek cevap verince, Osman Gazi Allahu Teâlâ’nın ve Resulü’nün emri olmayan bir şey hususundaki bu gayretkeşliğe iyiden hiddetlendi:
“Yürü, artık buralarda görünme, yoksa sana fena zararım dokunur. Malını kendi eli, kendi alın teri ile kazanmış kimsenin bana ne borcu var ki, havadan akçe versin” deyip adamı kovdu. Yanındaki dostları onun bu sözlerini işitince:
“Size bir şey vermeleri gerekmezse de pazarı bekleyenlerin emekleri zayi olmasın diye bir şey vermeseler iyi olur” demeleri üzerine Osman Gazi:
“Madem ki böyle dersiniz bir yükü satan kimse iki akçe versin. Satmayan hiçbir şey vermesin. Ayrıca her kime bir timar verirsem, sebepsiz yere kimse timarı ondan almasın. O kişi ölünce oğluna versinler. Eğer çocuk küçük olursa, hizmetkarları çocuk sefere çıkacak yaşa gelinceye kadar sefere gitsinler. Eğer bu kanunu her kim bozarsa yahut benim neslime başka bir kanun öğretirse Allahu Teala onu dünya ve ahirette zelil eylesin” dedi (Kitaptan alıntı)
Kitabın ilk bölümünde okuyucular Kayıların nasıl ortaya çıktığını, Ertuğrul Gazi’nin Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat’a yardımları neticesinde Sultan tarafından Söğüt ve Domaniç’in kendilerine verilişini, buradan kıtalara yayılacak ve asırlarca sürecek bir medeniyetin filizlenişini ve kalelerden ve şehirlerden önce gönülleri fetheden bir hükümdarlığın kuru bir cihangirlik davası için yollara düşmediğini görecekler.
Yukarıda kitaptan yapılan alıntıda Osmanlı sultanlarının devletin kuruluşundan yıkıldığı güne kadar Allah’ın kelamını ve İslam düsturunu hayatlarına ve devlet yönetimine tatbik etmekteki fevkalbeşer hassasiyetleri, düşünen ve sorgulayanlar için ibret alınması gereken nadide bir örnektir. Ayrıca, “Osmanlı’da her karar padişahın iki dudağı arasında idi” tarzı sığ ve tahammülfersa saldırılara cevap vermesi açısından oldukça önemlidir.
İKİNCİ BÖLÜM
ORHAN GAZİ
Babası ölünce Orhan Gazi kardeşi Alaaddin ile bir araya geldi. İşin gereği ne ise gördüler. O zamanda tekkesi olan Ahi Hasan isminde mübarek bir zat vardı. Bursa Hisarı’nda Bey sarayına yakın olan tekkesinde zamanın büyükleri toplandılar. Osman’ın malı olup olmadığını sordular. İki kardeş arasında taksim edilmesi için araştırdılar. Baktılar ki, yalnız fetholunmuş ülkeler var. Akçe ve altın mevcut değil. Osman Gazi’nin yenice bir elbisesi, atın yanına asılan bir torbası, tuzluğu, kaşıklığı, bir sokman (Türkmen) çizmesi, iyice birkaç atı, birkaç sürü koyunu vardı. Birkaç çift de öküzü bulundu.
Başka bir şeyi yoktu. Orhan Gazi dedi ki:
“Gel Ağam, neyimiz varsa bölüşelim:’
Alaaddin Paşa da:
“Neyimiz var ki bölüşelim . . . Bu ülke senin hakkındır. Bu ülkeye bir çoban gerek ki, işlerini görüp başara. Padişaha lüzumlu şeyler bu atlardır. Koyunlar da padişah şölenlerinde gerektir” deyince
Orhan Gazi:
“Gel bu çoban sen ol” teklifinde bulundu.
Alaaddin Paşa:
“Kardeş! Merhum babamızın duası ve himmeti seninledir. Çünkü sağlığında, kendi askerlerini senin yanına verdi. Şimdi çobanlık hakkı ve görevi de sana düşer.” Meşveret meclisinde bulunanlar dahi, bu fikri güzel buldular.
Orhan Gazi buyurdu ki:
“Merhum babamız cennetmekan Osman Gazi, son ayrılışımızda şöyle vasiyet eyledi: Bir kimse sana Allah’ın emrettiği şeyi söylerse kabul et. Emretmediği şeyi söylerse kabul etme. Eğer bilmezsen bilenlere sor. Madem siz, babamın sevgili arkadaşları, ittifak ettiniz. Öyleyse biz de bu yükü yüklenelim.” (Kitaptan alıntı)
Osmanlı, cihan imparatorluğu yolunda ilerlerken her büyük devletin yaşadığı taht kavgalarını da maalesef yaşamıştır. Lakin, hanedanda yüksek basiret sahibi ve kalender meşrep nitelikli şehzadelerde her zaman olagelmiştir. Şehzade Alaaddin, Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılma yolunda Orhan Gazi’nin hamasetini görmüş ve niyetinin taht ve tac olmadığını göstererek ona bağlılığını bildirmiştir.
Kitapta okuyucular, Orhan Gazi’nin önemli kararlar alırken yanındaki âlimlere, fakihlere danışarak istişareye verdiği önemi, kendi eliyle fakirlere çorba dağıttığını, babasının nasihatlerini hayatına tatbik etme konusundaki yoğun gayretini ve gönül ehli olan Allah dostlarının gönlünü kırmama konusunda küçük bir çocuk misali titizlikle ördüğü hassasiyetini gördüklerinde eminim birçoğu bu cihanşümul hükümdarların mana âlemlerine hayran kalacaktır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MURAD-I HÜDAVENDİGAR
Konyalı Fakih Mevlana Kara Rüstem bir gün Kazasker Çandarlı Hayreddin Paşanın yanına geldi: “Efendi! Bunca sultanlık malını niçin zayi edersiniz?” diye söylendi. Kazasker: “Ne malı zayi ettim?” diye sordu, Kara Rüstem: “İş bu gaziler ki, gazadan çıkarırlar. Cenab-ı Hakk’ın emriyle beşte biri hünkarındır:’ Hayreddin Paşa bu durumu Sultan Murad-ı Hüdavendigar’a bildirdi. Gazi Hünkar: “Eğer Cenab-ı Hakk’ın emri ise şimdiden sonra alın” diyerek ferman etti. Bundan sonra Gazi Evrenos Bey ve Lala Şahin’e, akınlarda elde edilen esirlerden beşte birini padişah adına almaları emredildi. Çocukları seçmek üzere de akıncı kadıları tayin edildi. Bu yolla toplanan pek çok çocuk Murad Han’ın huzuruna getirildi. Çandarlı Hayreddin Paşa: “Bunları Türk’e verelim. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler, yeniçeri (yeni asker) olsunlar” dedi. Alimler de, ” Cenab-ı Hakk yüzlerini ak ve parlak, bağzularını sağlam, kılıçlarını keskin ve oklarını tiz eğlesin. Kendilerini daima muzaffer kılsın, din-i celil-i İslam’ın hadimi eğlesin” diyerek dua ettiler.
İşte bu olayla başladı yeniçerilerin serüveni. . . Sonrası gerçekten müthiş oldu. Ocak teşkilatı kısa sürede mükemmel bir şekilde sistemleştirildi. Devşirme kanunu çıkarıldı. Devşirme memurları tayin oldukları mıntıkalarda her bir kadılığı gezerek kırk hanede bir oğlan hesabı üzere yeniçeri namzedi gençleri seçerlerdi.
Çocukların yedi on yaşları arasında olmasına çalışılırdı.
Anası babası ölmüş çocuk alınmazdı; terbiyesi noksan olacağından. . .
Köy sığırtmacının oğlu seçilmezdi; açgözlü ve ahlaksız olabilirdi.
Tek oğlu olanın çocuğu alınmazdı; şımarık olacağından . . .
Kel, fodul ve köse olanlar devşirilmezdi; diğer çocukların alay ve eğlencelerine konu olabileceklerinden . . .
Sanat sahibi olanlar alınmazdı; ulufe zahmet çekmez endişesiyle. . .
Türkçe bilen alınmazdı; açılmış ve söz dinlemez düşüncesiyle.
Çok uzun olanlar seçilmezdi; fitne çıkarabilirler endişesiyle . . .
Asil soylu, sıhhatli, gürbüz ve mütenasip vücutlu çocuklar devşirilirlerdi.
Alınan çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anası ile sipahisine isimleri, doğum tarihi, çocuğun eşkali en ince ayrıntısına kadar deftere kaydedilirdi. (Kitaptan alıntı)
Üç asırdan fazla bir süre dünyadaki en üstün savaş güçlerinden biri olan yeniçeriler, disiplin, sadakat, harp becerileri geliştirme ve uygulama konularında düşmanlarının dahi korkuyla karışık bir hayranlık duyduğu en seçkin askeri birliklerden biri olmuşlardır. Her daim Osmanlı’ya hizmet etmeyi en büyük şeref saymış, düşmanla kemik kemiğe gelmenin lezzetiyle çağlar açıp çağlar kapatmışlardır. Şecaat ve hamiyet gösterme konusunda bir an olsun tereddüt göstermeyen bu müntehab topluluğun eğitilmesi de ancak bir cihan devletine yaraşır düzeyde cereyan etmiş ve İslam sancağı Viyana önlerine kadar gidebilmiştir.
Murat Hüdavendigar, babası Orhan Gazi döneminde yaklaşık 95 bin kilometrekare olan toprakları, 500 bin kilometrekareye kadar genişleterek hükümdar manasına gelen Hüdavendigar unvanını almıştır. Bu üstün savaş makinası her ne kadar onun döneminde kurulsa da fikir olarak Osman Gazi zamanına kadar gitmektedir.
Sultan Murat Han’ın bir Sırp tarafından şehit edildiği Kosova Savaşı sırasında otağında manzum şekilde yazdığı dua ise Osmanoğullarının hemen hemen hepsinde var olan edebi yeteneğini gözler önüne sermekte ve şiirin de sultanları olduklarını göstermektedir. Kısa bir örneğini paylaşmak gerekirse:
Ehl-i derdin dil-i hazîni içün
Cânate’sîr iden enîni içün
Eyle yâ Rabbi,lutfını hem-râh
Hıfzını eyle bize püşt ü penâh
Ehl-i İslâm’a ol mu’în ü nasîr
Dest-i a’dayı eyle bizden kasîr
Bakma yâ Rab, bizim günahımuza
Nazar it cân u dilden âhımuza
İtme yâ Rab, mücâhidini telef
Tir-i a’daya kılma bizi hedef
Bunca yıl sa’y u ictihadımızı
Gazavat içre yahşi adımızı
Etme yâ Rab, Kahrın ile tebah
Yüzümü halk içinde etme siyah
Kitapta, tasvir gücü ve şiirsel zenginliğin doruklara ulaştığı bu manzum eserin günümüz Türkçesi ile ifade edilişini bulmak mümkündür. Prof. Dr. Şimşirgil’in kitabın her bölümünde verdiği bilgiler, anlattığı kıssadan hisseler, padişahların şahsiyetleri ile alakalı paylaştığı malumatlar, yabancı tarihçilerin neler söyledikleri ve bunları okuyucu ile sohbet eder bir havada aktarma becerisi kitaptan ayrı bir tat alınmasına ve bir çırpıda okunmasına sebep olacaktır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
YILDIRIM BAYEZİD HAN
Bayezid Han da süratle gelerek Konya’yı kuşattı. Harman zamanı olduğundan halkın bütün mahsulü kale dışında bulunuyordu. Sahipleri korkudan kale içine kapanmışlardı. Padişahın fermanı ile halkın bu mahsüle el sürmesi yasaklandı. “Her kim yağma ve talana kalkışır, halkın malına bir habbe zarar verirse en şiddetli cezalar ile cezalandırılacaktır”. diye tellallar haber verdiler. Bayezid Han’ın gazabının şiddeti ve yıldırımlar çeken hiddeti herkesin yüreğinde öyle tesir etmişti ki hiç kimse bir buğday tanesine dahi bakamadı.
Ancak asker bu defa da erzaksızlıktan sıkıntıya düşmüş bulunuyordu. Bunun üzerine bazı iş erleri hisar altına kadar gelerek halka padişahın yasağını bildirip şöyle seslendiler:
“Mahsulünüz ovada yatmakta olup havadan kuşlara, yerden de böceklere yem oluyor. Niçin gelip satmazsınız? Dilediğiniz fiyata satın alınsın. Böylece Allahu Teala’nın nimetlerinden iki taraf da faydalansın.”
Bu sözler hisar içinde yayılınca halk padişahın hak severliği ve adaletine hayran kaldı. Derhal satış işine birkaç kişiyi görevlendirip kaleden çıkardılar. Bunlar diledikleri gibi mallarını satarak umduklarından daha fazla parayı ellerine geçirdiler.
Konyalılar cihanı tutan padişahın adaletini, ihsanını, lütufunu işittikleri zaman, hisarı teslim etmek, padişahın gelişine alkış tutmak üzere hazırlandılar. Adaletinin tatlı yelleri çevre illerde de böylece esmeye başlayınca her zaman halk cömert ve keremli padişaha boyun eğmeyi diler oldular. (Kitaptan alıntı)
Anadolu irfanıyla yetişen her insan şüphesiz ki Osmanlı’ya özlem duymaktadır. Fakat, Anadolu dışında Asya’dan Kuzey Afrika’ya, Rusya steplerinden Avrupa’ya kadar atının nallarıyla çiğnemediği toprak kalmayan bir devletten bahsedince akla ilk gelen ve şuan tüm dünyanın hasretini çektiği belki de en önemli olgu adalet olgusudur. İşte Osmanlı daha öncede değindiğimiz taştan surlardan ziyade gönül hisarlarına bu kadar uzun süre bu adalet anlayışıyla hükmetmiştir. Osmanlı hizmetine girdikten sonra Ahmed adını alarak “Humbaracı Ahmed Paşa” olarak tanıyacağımız ünlü Fransız general Comte de Boneval ise, ecdadın adalet ve dürüstlüğüne ithafen şöyle diyor:
“Haksızlık, murabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür… Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.”
Kitapta okuyucularımızın dikkatini çekecek hususlardan birisi kuşkusuz Anadolu Türk Beylikleri olacaktır. Osmanlı birçok kez Batı’ya sefere gittiğinde, beylikler kalelerini zapt etmiş yeri geldiğinde ise Avrupalılar ile ittifak yapmaktan çekinmemişlerdir. Ve Osmanlı her seferinde araya giren alim ve dervişleri kıramamış özellikle Karamanoğullarının birçok defa sulh sözü verip bozmasına göz yummuştur. Bunun sonucunda Avrupa’daki fetihler gecikmiştir.
Ayrıca, Bayezid Han’ın kızı Hundi Sultan’ın izdivacına giden yolda anlamaktan aciz kalacağımız mana alemini görünce yaşadığımız döneme veryansın edecek, Emir Sultan, Molla Fenari ve Somuncu Baba ile birlikte Ulu Camii de kılınan namaza iştirak etmek isteyecek, dönemin rakipsiz iki Türk Hakanı’nın yanlarına sığınan beylerin kışkırtmalarıyla adım adım ama gönülsüz savaşa gidişini görüp benim gibi müteessir bir halde birçok sorular soracak (İkisi de Batı’ya sefere gitse ne olurdu ?), Yıldırım Bayezid Han’ın adını hakkedercesine Timur’un tahminlerinden önce harp meydanına gelişini, onu gafil avlamasına ve paşalarının tüm ısrarına rağmen ani bir baskın vermeyip yiğitçe dövüşmek istediğini belirtmesine hayran kalacak ve uğradığı ihanete, sayıca üstün olmayan taraf olmasına rağmen mertçe dövüşmesine şahit olacaksınız.
BEŞİNCİ BÖLÜM
SULTAN ÇELEBİ MEHMED
Ankara Savaşı’nda yiğitçe vuruşması ile Timur’un ve babası Bayezid’in dikkatini çeken Şehzade Mehmed, savaşın kaybedildiğinin anlaşılması üzerine beylerinin zoruyla meydandan çıkarılmış ve karanlıklar arasında kaybolmuştu. Sarsılan ve parçalanan devleti tekrar toparlama yolunda girişilecek bu mücadelenin de ne kadar karanlık, çetin ve uzun bir yol olduğu çok geçmeden görülecekti. İşte Şehzade Mehmed on dört yaşında bu yükü omuzlarına yüklenmiş olarak gidiyordu.
Yıldırım Bayezid’in ülke sınırlarına diktiği hak ve adaleti koruyan bekçiler ortadan kalkmıştı. Padişahın kılıcının tesiriyle sakin duran Anadolu beyleri ve gönlü bağımsızlık ateşi ile tutuşan nice şakiler için fırsat günüydü. Timur’dan güç ve kuvvet bulan bu gruplardan her biri bir bölgeye sahip olmak üzere bayraklarını dalgalandırarak harekete geçmişlerdi. İşte Çelebi Mehmed henüz Tokat ve Amasya yöresine yöneldiğinde, ilk saldırı ile karşı karşıya kaldı.
Candaroğlu Hükümdarı İsfendiyar Bey, “Fırsatı kaçırmak üzüntü kaynağı olur” sözüne uygun olarak, kız kardeşinin oğlu Kara Yahya’yı büyük bir kuvvetle Çelebi Mehmed’in yolunu kesmek için göndermişti.
Şehzadenin yaşının küçük oluşu, tecrübesizliği bir yana, Osmanlı ordusunun da dağılmış olduğuna bakarak durumu değerlendirmek istemişti. Çelebi Mehmed önce yanındaki küçük birliğe yüreklere güç veren, korkaklık duygularını silip süpüren yiğitçe bir konuşma yaptı. Ardından yol kesicilerin üzerine atıldı. Şiddetli hücum karşısında kalabalık şaki grubu perişan oldu. Sinek sürüleri gibi dağıldı. Kara Yahya yüz döndürüp Tosya Kalesi’ne kaçarken, kılıçtan kurtulabilenler dört bir yana dağıldılar. (Kitaptan alıntı)
Fetret Devri, Bayezid Han’ın Ankara Savaşı ile başlayıp Sultan Çelebi Mehmed’in idareyi eline aldığı döneme kadar olan sıkıntılı süreci kapsamaktadır. Aslına bakılırsa Anadolu halkı Osmanlı idaresinden gayet memnunken, Timur’un arkasında güçlü bir Osmanlı bırakmak istemeyişi fırsat düşkünü Anadolu beyleri için bulunmaz bir nimet olmuş ve bunu değerlendirmek istemişlerdir.
Çocuk denilebilecek yaşta bu ağır sorumluluğu omuzlayan Çelebi Mehmed, civanmertliği ile hepsinin üstesinden gelmiş, Timur’un kendisini yanına çağırmasından sonra ise çok ince bir siyaset yürüterek Anadolu’yu bırakmamıştır. Fakat, bu kez de kardeşleri ile amansız mücadeleler vermiş, maalesef hepsi şehzade Alaaddin’in basiret ve ferasetini gösterememiştir.
Kitapta yeminlerini her defasında bozan Karamanoğlu Mehmed Bey’in kaybettiği bir savaş sonrası Çelebi Mehmed’in huzuruna getirildiğinde tekrar sulh isteyip yemin ederek huzurdan ayrıldıktan sonra takındığı tavır, Osmanlı’nın günümüzde de maalesef çokça yaşadığımız “düşman içerde olunca kapı kilit tutmaz” düsturuna uyması adeta bu coğrafyanın kaderinin bu olduğunu gösterecektir.
İşte Osmanlı padişahları Osman Gazi’den itibaren vakıf müessesesini kurup geliştirerek sosyal güvenliği sağlamak yolunda ileri adımlar attılar. Gönülleri kırgın kimselerin durumlarını düzeltecek tedbirler koyan, çaresizlere rızıklarını dağıtan kişi oldular. Müslümanların ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için her şehirde Ulu Camiler, her mahallede mescitler inşa ettiler. Mektep ve medreseleri ile de Osmanlı şehirlerini çeşitli ilimlerin merkezi haline getirdiler. İlim talipleri artık arzularına, gayelerine ulaşabilmek için Osmanlı ülkesine akın eder oldular. Bu ilim heveslilerinin içerisinde nice yoksul ve kimsesiz insanlar vardı. Onlar hem Osmanlı Devleti’nin kurduğu vakıfların gelirlerinden faydalanarak geçimlerini sağlarlar, hem de gece gündüz ilim tahsil ederlerdi.
Tesis edilen vakıflar gün geçtikçe arttı. İhtiyaç durumlarına göre, nice değişik hizmetlere uygun müesseseler ortaya konuldu. Böylece kısa bir sürede şimdi dünyanın hayranlıkla yad ettiği muazzam bir vakıf medeniyeti doğdu.
İşte bunlardan birkaçı:
Su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, dul ve yetim evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları, kütüphane, dükkan, misafirhane, kuyular, çamaşırhane, hela, han, hamam, bedesten, türbe, iskele, deniz feneri, ok ve güreş meydanları.
Esir ve köle azad etmek, fakirlere yakacak temin etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kase ve kapların yerine yenilerini almak, gazilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları baharda açık havada gezdirmek, mektep çocuklarına gıda ve yiyecek yardımı yapmak, fakirlerin ve kimsesizlerin cenazesini kaldırmak, bayramlarda yetimleri ve yoksulları sevindirmek, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garip leyleklerin bakımı… Bugün insanımızın aklının dahi almayacağı daha neler neler… (Kitaptan alıntı)
Osmanlı hükmettiği topraklarda habitatı devlet sınırları içinde olmayan ve orayı göç yolu olarak kullanan hayvanları bile düşünen ince ruhlu bir medeniyetti. Bugün medeniyetin ve gelişmişliğin en ileri noktaları kabul edilen Avrupa metropollerine gittiğinizde birçok yerde kuşların yuva yapmaması için dikenli teller koyulduğunu göreceksiniz. Buna karşılık, kuşlara saraylar yapan, dünyada ilk hayvan hastanesini açan (Gurabahane-i Laklakan) ve sokak hayvanlarını beslemesi için maaşlı insan çalıştıran (mancacılar) zamanının çok ötesinde bir devletti Osmanlı. Zamanda geriye gidip onların dönemine gittiğinizde aslında günümüzden çok çok öteye gitmiş olacaksınız.
Osmanlı bir çadırın direğiydi. Bu çadırın altında sayısız millete, kültüre ve inanışa huzur dolu bir yuva oldu. Maalesef bu çadırın direğini içimizdeki yerli hainler yıktılar. Hepimiz bu enkazın altında kaldık. Küçük Kaynarca’dan beri mütemadiyen küçülen ve 1974 Kıbrıs Harekatı’na kadar toprak kaybeden bir devlet için az çok tarih ilgisi olanlar şunu çok iyi bilmektedir ki, Osmanlı gittiğinden beri Ortadoğu’da kan ve gözyaşı bir yaşam biçimi olmuştur. Ancak, kader perspektifinden bakıldığında Murad-ı İlahi bu durumu artık tersine çevirmiştir. Ecdadından aldığı güçle Osmanlı’dan bile güçlü olacak bir Türkiye, bugün Suriye ve Irak, yarın Lübnan ve Yemen ve daha sonra tüm Ortadoğu’da halkın kendi iradesiyle oralara hükmedecektir. Bu doğrultuda Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil’in “Kayı” serisi bu hassasiyeti ve milli şuuru birçok kitapsevere kazandıracaktır.
Kitap Tavsiyeleri
- Doğu’dan Uzakta – Amin Maalouf
- Açlık – Knut Hamsun
- Fakihler ve Sofuların Kavgası – Ali Fuat Bilkan
- Ortaçağ İnsanları – Eileen Power
- Ermiş – Halil Cibran
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 100’e yakın kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Sosyal medya mesajlarımızı derlediğimiz kitapların 8cisi yayında. Konu başlıkları şöyle:
- Şirket kuranlara tavsiyeler
- ABD biyolojik bir savaş için hazırlık mı yapıyor?
- Corona Virüs, ekonomik neticeler, FED ve Borsa
- Çin’in Yeni İpek Yolu, askeri bir proje mi?
- Stalin Raporu: Nikita Kruşçev CIA ve MOSSAD’ı nasıl kullandı?
- Corona Virüs ve Çin’deki salgın hastalık
- KGB’nin kayıp hazinesi…
- Hitler’in Türkiye’yi işgal planı ve Müslümanların Hitler’e bakışı
- ABD insanları nasıl köpekleştirir? Türkiye’yi korumak için ne yapmalı?
- Hafızamız nasıl siliniyor? Gerçeklerin yerine yalanları kim yazıyor?
- Evlenme ve boşanma üzerine…
- Yeni ipek yolu projesi
- Salgın Hastalık Tahvilleri: Milyonların ölümünden zengin olmak
Clausewitz “Savaş siyasetin alternatifi değil, başka araçlarla devamıdır” diyordu. İnsanlığın kapitalizm ile kimliksizleştiği 21ci yüzyılda futbol siyasetin farklı araçlarla devamı haline geldi. Demokratik, faşist yahut sosyalist hiçbir siyasî rejim, futbolu görmezden gelmiyor. Açık yahut gizli, her siyasî partinin, liderin ve rejimin bir “futbol politikası” var.
- Neden diğer spor dalları değil de futbol?
- Futbol yoluyla savaş ve iç savaş nasıl çıkartılır?
- Hükümet darbesi yapmak için futbol nasıl kullanılır?
Elinizdeki e-kitap, tarihten örnekler vererek bu sorulara cevap arıyor. Teorik değil tersine somut olaylara ve görsellere dayalı, sosyal medya formatında bir anlatım. Buradan indirebilirsiniz.
Bu kitap, Fikir Kırıntıları-7, Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran derlemelerin yedincisi. Gayemiz, dayatılan sahte gündemlerden kaynaklanan ufuk daralmasını engellemek, merak uyandırmak ve okurlarımızı araştırmaya teşvik etmek. Fikir Kırıntıları-7’nın sorguladığı 21 konu şöyle:
- 4 başkan öldüren muz cumhuriyeti ABD’nin sindirim sistemi nasıl çalışır?
- Sivil nükleer riskler
- Rus derin devleti nedir ve nasıl çalışır?
- F-35 savaş uçağına ve Amerika’ya ne kadar güvenebiliriz?
- Sinemada siyasî propaganda nasıl yapılır?
- Alman derin devleti neden Almanya’ya hizmet etmiyor?
- Kore savaşı hakkında çok bilinen yalanlar ve az bilinen gerçekler…
- İsveç bir ileri demokrasi midir yoksa işgal altında bir sömürge mi?
- Fransa’nın Suudi Arabistan’a sattığı biyolojik silah laboratuarının Yemen’deki salgın hastalıklarla ilgisi ne?
- Putinizm, küresel sermaye ve Rus savunma refleksi
- F-35 gerçekten hayalet mi? Görünmezlik nedir ve nasıl çalışır? “görünmez” denen uçak nasıl görüldü ve vuruldu?
- Doğal gazı savaş sebebi haline getiren sebepler nelerdir?
- 2ci dünya savaşında temelleri atılan küresel sistem: Hitler, dolar ve altın
- Amerika’nın virüsle sivillere saldırdığı gün…
- İngilizlerin Fransa yüzünden 9 gemi kaybettiği savaş
- Silah Ticareti: Ambargo nasıl delinir? Kimyasal ve biyolojik silah nasıl el altından satılır? Soykırım yapan diktatörlere gizli yardım nasıl gönderilir?
- Amerika’nın Fransızları laboratuvar faresi gibi öldürdüğü gün…
- İtalyan mafyası Avrupa Birliği fonlarına nasıl el koydu?
- Uluslararası silah ticareti nasıl çalışır?
- İnsanları kullanan bencil manipülatörler kimdir?
- ABD’de gerçekleşmiş bir darbe girişimi
Kitabı PDF formatında indirmek için buraya tıklayın.
Elinizdeki bu kitap, Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran çalışmaların altıncısı. (Buradan indirebilirsiniz) Maksadımız, iş hayatındaki uzmanlaşmadan kaynaklanan ufuk daralmasını engellemek, merak uyandırmak ve okurlarımızı araştırmaya teşvik etmek. Kısacası, bahsettiğimiz konuları derinleştirmek isteyenler makale ve kitap okuyarak kendilerini geliştirmeye devam etmeliler. Fikir Kırıntıları-6’nın sorguladığı meseleler şunlar:
- Savunma enerji sektöründeki stratejik şirketlerimiz güvende mi?
- Türkiye neden uçak motoru yapamıyor?
- Neden Kürtler hedefteydi? Yeni bir Halepçe olur mu?
- Uygurlar için ne yapılabilir?
- Banka nedir; nasıl çalışır; nasıl çalışmalıdır?
- S-400 füzesi, ABD darbelerini engellemek için kullanılabilir mi?
- ABD bir hukuk devleti midir?
- Gerçekler hakikaten var mıdır?
- 3cü dünya savaşı: Ne zaman başlar? Kaç yıl sürer? Nasıl biter?
- Vatikan’ın kaç parası var? Nerede saklı? Vatikan bu parayla ne yapıyor?
- Bireysel silahlanma Türkiye’ye uyar mı?
- Frankenstein ve Marx
- Nobel ekonomi ödülü mü yoksa soytarılık mı?
- Abdülhamid neden Osmanlı’nın çöküşünü engelleyemedi?
- Geleceğin savaşları neye benzeyecek?
- Savaşan robotlar askerlerin yerini alacak mı?
- Amerika nükleer silahlarına sahip çıkamıyor
- Veri politikası
- Ruhr Kızılordusu ve Alman işçi isyanı
Sosyal medyaya en çok yöneltilen eleştirilerin başında yalan haberlerin yayılması ve kısa mesajlar yüzünden fikirlerin sloganlaşması geliyor. Haklı mı bu eleştiriler? Gerçekte “ana akım” denen gazete ve televizyon kanalları, sosyal medya fenomenlerinden daha dürüst değiller. Çünkü patronların veya arkalarındaki ulus-devletlerin propagandasını yapıyorlar. Bunların yalan haberden yakınmaları bile yalan. Gerçekte, yalan tekelini kaybetmiş olmanın üzüntüsü içindeler.
Gelelim ikinci eleştiriye. Siyasî, ekonomik ve hukukî sorunlar 5-10 kelimeye, birkaç görsele sıkışıp kalıyor. Bu doğru. Ancak sosyal medyanın “hafifliği” ve sür’ati sayesinde resmî tarih ve resmî ideoloji kolaylıkla tartışmaya açılabiliyor. Burada elbette sloganların ve uydurma komplo teorilerinin girdabına kapılma riski var. Evet… Elinizdeki bu kitap, Fikir Kırıntıları-5, Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran çalışmaların beşincisi. Az önce bahsettiğimiz tehlikelerden yani yalan haber, sloganlaşma ve paranoyak teorilerden korunmak için çok sayıda kitap ve makale tavsiye ettik. Eğer sosyal medya mesajları gerçeğin kendisi gibi değil bir sorgulama fırsatı gibi kullanılırsa kemikleşmiş korkular ve önyargılar bir çırpıda yokedilebilir. Bizim de amacımız bu zaten. Kısacası, bahsettiğimiz konuları derinleştirmek isteyenler makale ve kitap okuyarak kendilerini geliştirmeye devam etmeliler. Fikir Kırıntıları-5’in sorguladığı meseleler şunlar (Buradan indirebilirsiniz):
- Algı operasyonu nedir?
- Çocuklara tecavüz önlenebilir mi?
- Türkiye’nin algı operasyonlarında gol yemesinin sebebi parasızlık değil vizyonsuz ve çapsız bürokratlardır.
- Casus kurtarma operasyonu nasıl yapılır?
- İnterpol bir suç örgütüne mi dönüşüyor?
- Ateşin haberini almak ile yanına oturup ısınmak arasındaki fark nedir?
- Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?
- Devletler neden terör örgütlerinin para hareketlerini takip edemiyor?
- Rabıta nedir?
- Endüstri 4.0 ile Bilgi Teknolojileri Endüstriyi Tahakküm Altına Alabilir
- İslâmî devlet olur mu?
- Yurt dışında okumaya veya çalışmaya gerçekten hazır mısınız?
- Recep Tayyip Erdoğan ve Ak Parti üzerine dobra dobra
- Yapay Zekâ: Tehditler ve Fırsatlar
- Ölümsüzlük üzerine…
- Tarihî propaganda ve ideolojik çarpıtmalardan nasıl korunalım?
- Çevik yazılımda 9 tuzak ve 9 çözüm
- Artık doktorun gözünde hasta değil müşterisin!
- Benzinli arabadan elektrikliye geçerken… Fırsatlar ve tehditler…
“3 tarafı deniz, 4 tarafı düşmana çevrili cennet vatan” paranoyası neden üretildi? Çağdaş ve laik Türkiye’nin evlâdı, Kavala yahut Halep’te yatan dedesinin mezarına bile pasaportla gidecekti. Eskiden vali gönderilen yerlere şimdi büyük elçi atanıyordu. Churchill’in dediği gibi “iki petrol kuyusunun etrafına sınır çizen” İngiliz, bir gecede ülkeler icad edilmişti. Ama Kemalist millî(!) eğitimin iğdiş ettiği beyinler bunu sorgulamaktan aciz. Körfez ülkeleri, Basra yolunun, İsrail, Doğu Akdeniz’in petrol tıpası olacaktı. Türkiye hem Rusya’nın güneye doğru genişlemesini engelleyecek hem de Bakü petrolünün Avrupa’ya ulaşıp fiyat kırmasına mani olacaktı. Diğer yandan Lazkiye ve Hayfa’dan dünya piyasalarına erişen Musul ve Kerkük petrolü bir gün pekâlâ Türkiye’den geçip İskenderun’a akabilirdi ve bu da Londra için büyük bir risk unsuruydu.
Kısacası, Britanya için gerçek tehdit güçlü bir ordu veya zengin devletler değil Türklerin uyanıp kim olduklarını hatırlamalarıydı. Şu halde dünya petrollerinin %60’ına çökmüş, Afika ve Asya’yı sömüren İngilizler için yapılacak tek bir şey vardı: Kullanışlı aptallar yetiştirecek bir eğitim sistemi kurmak ve bunu Türklere “millî eğitim” diye yutturmak.
Eğitimle ilgili sorunlarımız nasıl düzelir? Yahut birgün düzelir mi? Elinizdeki bu kitapta Ufuk Coşkun Kemalist eğitimin sorunlarına işaret etmekle kalmıyor, bir yandan çözümler önerirken bir yandan da millî eğitimin ideolojik, tarihi ve kültürel arka planını gözler önüne seriyor. Milat Gazetesi yazarı, bolgepostasi.com Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Coşkun’u televizyondaki tartışma programlarından ve eğitim konulu çalışmalarından tanıyorsunuz. Bizzat eğitim dünyasının sorunlarını içeriden yaşayan Coşkun aynı zamanda “Kürdüm Doğruyum Çalışkanım” ve “Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü” kitaplarının da yazarı. Ufuk Coşkun’un “Kemalist Eğitimin Zararları” adlı kitabını buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: 4cü sürüm, 12 Ocak 2019)
Petrolün fiyatının 50$ üzerinde kalması için yılda ortalama 75.000 insanın ölmesi gerekiyor. Süveyş kanalının Mısır tarafından kamulaştırılması, petrol krizleri, 6 sün savaşı, İran-Irak savaşı, Irak’ın işgali ve Suriye… İnsan kanıyla para basan bu makine 50 senedir asker, sivil, kadın çocuk demeden insan öğütmeye devam ediyor. Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler. Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı. Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor? Buradan indirebilirsiniz.
Savaş Meydanda Değil Masada Kazanılır
Dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa’nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini petrolsüz ve dövizsiz bırakıp boğabilecek bir güce sahip.(Bkz. Petro-dolar sistemi)
Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var. 21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar… Kitabı buradan indirebilirsiniz.
İslâm coğrafyasında sürüp giden petrol savaşları deniz yollarından ayrı düşünülebilir mi? Sudan petrolünü Çin’e taşıyan yol Yemen ve Malaka boğazından geçiyor. İran ve Arap petrolünü Avrupa’ya taşıyan yol ise Mısır’daki Süveyş kanalından. Akdenizi’in Atlantik kapısı olan Cebelitarık ve Pasifik’i Altantik’e bağlayan Panama da aynı “uygarların” kontrolünde. Bütün deniz yollarını kontrol eden bu ülkeler hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahipler hem de dünyadaki silahların %90’ını üretip satıyorlar. Ve aynı ülkeler sürekli dünya barışı ve özgürlük için çalıştıklarını söylüyorlar! Kendisini dünyanın mâliki gibi gören bu “uygarlığın” önüne çıkan liderler öldürülüyor, ülkeler işgal ediliyor, hükümetler darbe ile, halklar ise terörle “terbiye” ediliyor. Evet… Bu konulara odaklanan Fikir Kırıntıları serisinin 4cü kitabını ilginize sunuyoruz. Konu başlıkları şöyle:
- Bazı çocuklar çikolatadan nefret eder!
- Lityum savaşları başladı!
- Savaşsızlık, barış değildir!
- Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın!
- Denizlere hâkim olanlar nasıl dünyaya hâkim oldular?
- Modern savaşlarda neden insan değersizleşiyor?
- Teröre karşı sıradan vatandaşların yapabilecekleri 3 şey
“Fikir Kırıntıları-4” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir. Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi? Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu savaşta asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…) Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları… Buradan indirebilirsiniz.
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu. İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير) Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle: Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz. Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 10cu sürümdeki yeni kelimeler: Nobel Ekonomi Ödülü, Sıfır tolerans, Işık, Feminizm, Moda, Tüketim, “Şimdi” mefhumu.
- 9cu sürümdeki yeni kelimeler: Tarihin Sonu, Beyin Göçü, Kölelik, İnsanlık, Maske, Vermek.
- 8ci sürüme eklenen yeni terimler: Fetih, Estetizasyon, Rönesans, Amerika’nın keşfi, Çelişki, Mecazî aşk, Big Data, Nobel Barış Ödülü, Allah korkusu, İnsan Kaynakları, Gaflet, Batı, Objektif Bilgi.
- 7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
- 6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler: Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik? “Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir. İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”. İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz. Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor. Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu. 15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir? Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor. Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.