Night Shyamalan’ın “The Village” filmi
By Aisha Benghazi on Nis 15, 2023 in Aforizmalar, Sinema
- “The Village” filmi, yönetmen M. Night Shyamalan’ın kaleminden çıkmış bir gerilim-drama türünde ve 2004 yılında gösterime girmiştir. Shyamalan, filmin senaryosunu yazarken, toplumsal yapının sorgulanması, insan psikolojisinin incelenmesi ve felsefi konuların ele alınması gibi birçok konuya değinmiştir.
- Film, modern dünyadan uzakta, kapalı bir toplulukta yaşayan insanları merkezine alır. Bu topluluk, geçmişte yaşadıkları kötü olaylar nedeniyle modern dünyadan kaçmış ve kendilerine özgü bir yaşam biçimi benimsemiştir. Toplulukta, özellikle de gençler arasında var olan ve kaçınılmaz bir şekilde dışarıya açılmayı gerektiren merak, filmin temel konularından biridir.
- Filmin karakterleri, toplumun sınırları ve kuralları tarafından belirlenmiştir. Toplulukta herkesin kendi rolü vardır ve bu rolleri değiştirmek ya da dışarı çıkmak yasaklanmıştır. Bu sınırlamalar, filmin ilerleyen sürecinde karakterlerin yaşadıkları çatışmaların da kaynağıdır. “The Village”da, insan doğasının, kuralların ve toplumun bireyler üzerindeki etkisi sorgulanır.
- Filmin psikolojik tahlilinde ise, insan doğasındaki merak ve keşfetme isteği, kontrol edilemez korkular, toplum baskısı ve kurallarının insan davranışlarına etkisi, kısacası insan davranışlarındaki çelişkiler ele alınır. Ayrıca, insanların bir arada yaşarken birbirlerini nasıl kontrol altında tuttukları, toplumsal normların insanların davranışlarını nasıl şekillendirdiği, insanların kendi içlerindeki çelişkiler ve çatışmaların nasıl bastırıldığı ve sonuç olarak nasıl patlak verdiği de psikolojik açıdan incelenen konulardan birkaçıdır.Filmde, toplumun bireysel arzuları ve istekleri bastırmak için kullandığı çözümlemeler de yer almaktadır. Toplulukta, korkunun insanları kontrol etmek için bir araç olduğu görülür. Toplumun yöneticileri, bu korku aracılığıyla insanları disiplin altında tutmaya çalışırlar. Bu durum, filmin ilerleyen sürecinde karakterlerin yaşadıkları çatışmaların da kaynağıdır.
- Filmin yönetmeni M. Night Shyamalan, filmin felsefi ve psikolojik derinliği hakkında birçok röportaj vermiştir. Shyamalan, filmin insanların kendi yarattıkları korkularla nasıl başa çıktığı ve bu korkuların insanların davranışlarını nasıl etkilediği konularına dikkat çekmiştir. Ayrıca, insanların bir arada yaşarken birbirlerini nasıl kontrol altında tuttukları ve toplumsal normların insanların davranışlarını nasıl şekillendirdiği konularına da değinmiştir.
- Filmin en etkileyici sahnelerinden biri, karakterlerden birinin “Biz korkularımızı kendimiz yaratırız” repliğiyle karşımıza çıkar. Bu replik, insanların zihinlerindeki korkuların aslında gerçek olmayan şeyler olduğunu ve insanların bu korkuları yarattıklarını söylemektedir. Bu söz, filmin psikolojik tahlilini yapanlar tarafından, insanların kendi yarattıkları korkulara yenik düştüğü ve bu korkuların hayatlarını nasıl etkilediği konusunda derin bir anlam taşımaktadır.
- Filmin başrol oyuncusu Joaquin Phoenix, filmin felsefi ve psikolojik derinliği hakkında yaptığı bir röportajda, filmin insan doğasını sorgulaması ve insanların kendi yarattıkları korkularla nasıl başa çıktığı konusunda derin bir anlam taşıdığını söylemiştir. Ayrıca, filmdeki karakterlerin, hayatlarını toplumun onlara dayattığı kurallara göre yaşamaları ve kendilerini sınırlamaları konusu da Phoenix’in röportajında ele alınmıştır.
- Filmin en dikkat çekici sembollerinden biri, kırmızı pelerinlerdir. Filmin karakterleri, köyün sınırlarını korumak için kırmızı pelerinler giymektedirler. Bu pelerinler, köyün sınırlarının dışında yaşayan yaratıkların gözlerini kamaştırmak ve köy halkının güvende hissetmesini sağlamak için kullanılmaktadır. Ancak, film ilerledikçe, pelerinlerin gerçek anlamı ortaya çıkmaktadır. Pelerinler, köy halkının kendi korkularını yarattıkları bir maskeleme aracıdır. Köy halkı, gerçek dünyadan kaçarak kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardır ve korkularını bu şekilde bastırmaya çalışmaktadırlar.
- Filmin son sahnelerinde ise, köyün gerçek dış dünyayla bağlantısı ortaya çıkmaktadır. Köyün lideri, köy halkının korkularını kontrol altında tutmak için köyün sınırlarının içine bir canavar yaratmıştır. Bu canavar, köy halkının korkularını tetikleyerek, sınırlar içinde kalmalarını sağlamaktadır. Ancak, Ivy karakteri bu canavarı yener ve gerçek dünyaya ulaşır. Bu sahne, insanların kendi yarattıkları korkuların üstesinden gelerek gerçek dünyayla bağlantı kurabileceklerini ve korkularından kaçmalarının doğru bir yol olmadığını vurgulamaktadır.
- “The Village” filminin felsefi ve psikolojik tahlili oldukça derin ve anlamlı konuları ele almaktadır. Filmin sembolizm ve metaforları, karakterlerin isimleri ve filmdeki olayların gidişatı, insanların kendi korkuları ve kendilerine yarattıkları engellerle yüzleşmelerinin önemini vurgulamaktadır.
- Ayrıca, filmde kullanılan müzikler de filmin felsefi ve psikolojik boyutunu desteklemektedir. James Newton Howard’un bestelediği müzikler, filmin gizemli ve hüzünlü atmosferine uyum sağlamaktadır. Özellikle filmin son sahnesinde çalan “The Gravel Road” adlı müzik parçası, Ivy karakterinin gerçek dünyayla bağlantı kurduğu sahnede yükselen duygusal yoğunluğu pekiştirmektedir.
- Yönetmen Shyamalan, filmin felsefi ve psikolojik derinliği hakkında yaptığı röportajlarda, filmin insanların korkuları ve kendilerine yarattıkları engellerle yüzleşme konusunu işlediğini belirtmiştir. Ayrıca, köyün sınırlarının dışında bir canavarın olup olmadığı konusunda da kafa karışıklığı yaratarak, izleyicinin kendi korkuları ve varsayımları hakkında düşünmesini sağlamıştır.
- Filmin replikleri de felsefi ve psikolojik tartışma konuları sunmaktadır. Özellikle köy lideri Edward Walker’ın “Korkularımızın gerçek olup olmadığından bağımsız olarak, korkularımızın sonuçları gerçektir” sözü, insanların korkularının hayatlarına nasıl yansıdığını ve korkularının kontrolünü kaybettiklerinde nasıl sonuçlar doğurduğunu anlatmaktadır.
- Yönetmen Shyamalan, filminde insanların kendi kendilerine yarattıkları engellerin yanı sıra, toplumun da insanların hayatlarındaki engelleri arttırdığına dikkat çekmektedir. Köyde yaşayan insanların dış dünya ile ilişkileri kesilmiş ve korkuları artmıştır.
- Neticede “The Village” filminin felsefi ve psikolojik boyutu oldukça derin ve etkileyicidir. Yönetmen Shyamalan, sembolizm, metaforlar, karakter isimleri, olayların gidişatı, müzikler ve replikler aracılığıyla insanların korkularıyla yüzleşmelerinin önemini vurgulamaktadır.”The Village” filmini insanların içsel yolculuklarını anlatan bir felsefi ve psikolojik film olarak da değerlendirmek mümkündür.
Öteki Sinemanın Çocukları
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Sanatın makinelerle yapıldığını zannedenler artıyor:
“… Ne adamlar var. Bana soruyorlar “sen ne marka makineyle fotoğraf çekersin?” diye. Fotoğraf makineyle mi çekilir? Şimdi en iyi, en gelişmiş daktilo bende olsa en büyük yazar ben mi olurum? Roman daktiloyla mı yazılır? Arkadaş fotoğraf kalple çekilir. Ben Singer dikiş makinesiyle de fotoğraf çekerim. Şunlara bak! Alıyorlar Canon’u, Nikon’u ellerine, yola düşüyorlar. Bir köylü gördün, dur! İki şip şak, tamam. Koyun sürüsü mü gördün? İki şip şak, tamam. Ben bir çobanın resmini çekeceksem onunla oturmalıyım, birlikte yemek yemeliyim, gece çadırında kalmalıyım… Onu tanımalıyım. Fotoğrafını ancak ondan sonra çekebilirim …” (Ara Güler)
Çok şükür hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
İnsan’sız Sinema Olur mu?
Küreselleşen ekonomi ile birlikte “Sinema Sanatı” özellikle son 20 yılda “Sinema Endüstrisi” haline geldi. Ürünleşti. Kârlı film projeleri peşinde koşan firmaların baskısıyla karşı karşıya sanatçılar. Filmlerin bütün dünyada “iş yapması” ; tişört, plastik oyuncak, ünlülerin fotoğrafı ile süslü bardak vb yan ürünlerin satılması için “endüstriyel ve objektif” bir üretim hattı çıktı ortaya.
Naylon çorap, meyveli gazoz imalatçıları gibi dünya pazarlarına hitap ettiğiniz zaman “ürünleriniz” bütün insanlarda (=müşterilerde) ORTAK OLAN vasıflar arz etmeli. Çorap satıyorsanız kolay, herkesin ayakları var. Peki varlığını insanî yönüne, İnsan’a özel oluşuna borçlu olan Sinema Sanatını satıyorsanız ne olacak? Tabi ki bütün insanlarda ortak olanı koyacaksınız filmlerinize yani İnsan nefsini: Korku, şiddet, komplo, para hırsı, cinsellik, tecavüz,… Sanat eserlerinin var olma sebebi olan öznelliği (sübjektif yönü) ortadan kaldırınca da geriye bir “ürün” kalacak. Ülkesi, mesleği, yaşı, inançları, yaşama bakışı ne olursa olsun herkesin ama herkesin KULLANABİLECEĞİ / TÜKETEBİLECEĞİ bir “sinema ürünü”, bir EĞLENCE MALZEMESİ, bir “entertainment”…
İyi ama… Neydi Sanat? Ne olmalıydı? “Sanat Eseri” diyebileceğimiz filmlerin bir gazoz ya da çoraptan farkı ne olmalıydı? “Bach’ın müziği Tanrı’nın Dünya’yı yarattığı anda orada bulunduğumuz hissini veriyor insana” diyordu Friedrich Nietzsche. Övgü perdesini aralayıp sözün aslına yöneldiğimizde işaret edilenin aslında sanatın gücü olduğunu fark etmiyor muyuz? Yeme-içme dışında bir benliğimiz, bir varlığımız olduğunu hatırlatıyor bize Sanat. Bunun için bir yaradılış görüyoruz Sanat’a bakınca. “Ölü” taşlar adeta canlanıyor, cansız boyalar, tuvaller, ahşap müzik aletleri bir “yaratılışın” sahnesi oluveriyor. Mânâ Madde’ye nüfuz ediyor…
Sahne sanatları ise Zaman’a dair olduklarından daha da güçlüler:
“Su içmek için elimi masanın üzerinde duran bardağa uzatıyorum. Bardağı kavrıyorum, ağzıma götürüyorum, suyun soğukluğunu hissediyorum ağzımda, yutkunuyorum. Şimdi dans ettiğimi hayal edin, koreografinin bir yerinde su içiyormuş gibi yapmam gerek. Yukarıda saydığım hareketleri yapıyorum ve seyircilerimin “içinde” su içerek serinleme hissini uyandırıyorum. Ne oldu?Gerçekten su içmek ile SEYİRCİ ÖNÜNDE su içiyormuş gibi yapmak arasında ciddi bir fark var: Sanat’a dahil olan hareket -ki hiç bir hareket Zaman’sız varolamaz- artık fayda amaçlı değil. Hareketin kendisi amaç, maksat, istenen, özlenen şey. Dans ederken de hareketin kendisi MuRaD! Dansta hareketin kendisi YARATI(LI)Ş, Dansta hareketin kendisi Zaman Kâğıdı’na yazılan yazı!” (Derin Zaman Kitabı, Dans ve Ölüm bahsi)
Ya sinema? Sinema 20 fotoğrafı bir saniyede gösteren, ışığı ve kamerasıyla, özel efektiyle diğer sanat dallarına göre çok daha “teknik” bir sanat. Buna rağmen, belki de bu sayede diğer sanat dallarının imkân vermediği kapıları açıyor. Zaman’ı ve Mekân’ı yeniden formatlayıp bize başka bir dünyaların varlığını müjdeliyor adeta.
Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.
Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.