Main Content RSS FeedÖnceki Yazılar

Nesne »

Yazan: Ayşe Rüzgâr

Paris’in kötü ün yapmış “Pablo Picasso” isimli banliyösünde çekilmiş bir videoyu izledikten sonra bu satırları yazmak istedim. Bir bakıma zihnimde bu fikrin yeşermesine sebep olan şey sitenin ismi ile gerçeği arasındaki tezat.

Nereden başlayacağımı bilemiyorum; onun için gördüklerimi anlatayım: Benimle aynı yaşta gençler yıkık dökük otoparkta sabahtan akşama kadar patlak bir topla oynuyorlar. Sonra içinde yaşadıkları çöplüğü hem duygulandıran hem de sarsan bir gururla kameraya gösteriyorlar.

Etrafımdaki insanlarla benzer peşin hükümlere sahip olduğum halde açık fikirli olduğumu düşünüyordum. Anladım ki yanılıyormuşuz; herşeyi baştan beri yanlış anlamışız. Kolaya kaçarak kendi değerlerimizi dünyanın merkezi sanıyormuşuz ve bu bizim gözlerimizi bağlamış.

Günler, geceler, aylar yıllar boyunca bir nesne arıyoruz; ömrümüzü ne olduğunu bilmediğimiz o nesneyi aramakla geçiriyoruz. Ama ne kadar arasak da bulamıyoruz. Ele geçirdiğimız her yeni şey, elimizdekileri daha gülünç ve yetersiz kılıyor. Ne kadar çok sahip olursak elimizdeki o kadar azalıyor. Baştaki tatminsizlik hissi giderek büyüyor ve biz daha hızlı çırpınıyoruz.

Read the rest

Apple’ın yeni stratejisi: Müşterinin etinden, sütünden, derisinden ve kemiklerinden… »

Bahsi geçen istatistik ve görseller ile birlikte okumak için silsile bu sayfada.

  • 2007’de ilk iPhone’un satışa çıkmasından beri Apple markası bilgisayardan çok telefonlarıyla biliniyor. Yılda 200 milyon iPhone’a karşılık 20 milyon Mac satılıyor yani 10 kat!
  • Peki dünyada kişisel bilgisayar pazarı ne durumda? İşletim sistemlerine bakarsak Microsoft Windows %91 iken Apple Machintosh sadece %5!
  • Her yıl satılan PC sayısı 230-365 milyon arası tahmin ediliyor yani Mac satışlarının 10 ila 20 katı.
  • Dikkat: iPhone ile Mac arasında önemli bir fark var: Mac belli bir kesime hitab ederken iPhone’un hedef kitlesi SmartPhone pazarı. Dünyada pazarının %20’si, Amerikan pazarının %40’ı iPhone. Oysa Mac grafikerlere, fanatik Mac-perverlere ve özel ihtiyacı olan profesyonellere satılıyor.
  • Peki Mac’ın pazar payının düşük olması firma için bir sıkıntı mı? Pek sayılmaz. Çünkü iPhone gelirleri cironun neredeyese üçte ikisi. Mac ise sadece %8.
  • Yani yakın zamana kadar böyleydi. Bir kaç senedir iPhone satışları düşüyor. Çünkü piyasa doyma noktasına geldi.
  • Firma gelirlerini arttırmak için yüzünü farklı yönlere çeviriyor. Ama Mac satışlarını öylesine arttırmak değil istedikleri. Nedir? Hatırlayın, 10 Kasım 2020’de M1 işlemcisi duyuruldu ve Intel’in işlemcilerinden çok daha hızlı olduğu iddia edildi.
  • Tabi Apple hızları mukayese ederken fiyat farkından bahsetmeyi unuttu(!). 3 kat hızlı olduğu iddia edilen Mac’lerin fiyatı da PC’lerin 3 katı.
  • M1’in duyurusunu karşılaştırma testleri ve teknik makaleler takip etti. Uzmanlar Apple’ın iddiasını teyid eden açıklamalar yaptılar.

Read the rest

Uzayın kalp atışları: Pulsarlar »

Bahsi geçen görseller ile birlikte okumak isterseniz silsile bu sayfada.

  • Bulutsuz bir gecede gökyüzüne bakınca gördüğümüz yıldızların ışığı nispeten istikrarlıdır. Atmosferdeki bazı etkiler sebebiyle yanıp söner gözükse bile…
  • Ama 1960’larda gözün göremediği dalga boylarındaki ışıkları inceleyen bilim adamları garip bir şey gördüler. Neydi?
  • Kalp atışı gibi şaşırtıcı bir düzenle yanıp sönen yıldızlar olduğunu fark ettiler. Nötron yıldızı fikrinin ileri sürüldüğü 1934 yılından 1967’ye kadar bu gök cisimlerinin dünyadan izlenebileceği düşünülmüyordu. Peki nedir bu? Neden yanıp sönüyor?
  • Anlamak için bizim güneşimizden 10 kat ağır bir yıldız düşünelim. Yıldız “hayatı” boyunca yakıtını nükleer füzyon ile enerjiye çevirdiği için kendi ağırlığına direniyor ve istikrarını koruyor.
  • Ama 100 milyon yaşına gelince yakıt bitiyor ve yıldızımız iç-dış baskı arasındaki dengeyi kaybediyor. Netice? Kendi ağırlığı altında çökmeye başlıyor.
  • Sıkışan, yoğunlaşan yıldızın içinde sıcaklık bir kaç milyar derece! Yıldız giderek daha hızlı dönmeye başlayınca güçlü bir elektromanyetik alan oluşuyor.
  • Bir noktadan sonra yıldız çekirdeği o kadar yoğunlaşıyor ki elektronlar çekirdeğe dâhil olarak protonlarla füzyon tepkimesine giriyorlar.

Read the rest

İnsan uzayda yalnız mı? »

  • Yıldızlı yaz gecelerinde gökyüzüne bakarken hemen herkesin aklına gelir bu soru: Uzayda yalnız mıyız? Koskoca evrende bizden başka kimse yok mu? Bu binlerce yıldızdan bir kaçının etrafında dünyaya benzeyen ve hayat barındıran bir gezegen olamaz mı?
  • “Binlerce yıldız” derken… Gerçek sayının çok ama çok gerisindeyiz. Sadece kendi galaksimize, Samanyolu’na uzaktan bakabilseydik bunu görecektik. Galaksimizin çapı 100.000 ışık yılı. Kaç yıldız var? 100 milyar ile 400 milyar arasında olduğu tahmin ediliyor. Yani?
  • Paylaşmış olsak, dünyadaki her insana 57 yıldız düşecek kadar! Üstelik bu görünen evren değil, sadece kendi galaksimiz. 2.5 milyon ışık yılı uzaktaki komşu galaksimiz Andromeda’da bin milyar yani bir trilyon yıldız olduğu tahmin ediliyor.
  • Kaç galaksi var peki? Bütün evren için konuşmak imkânsız ama Hubble teleskopunun çektiği fotoğraflardan sadece birinde 10.000 galaksi var. Tabi bu görünen evrenin küçücük bir parçası. Görünen evrenin tamamını sığdırmak istesek bunun gibi 25 milyon fotoğraf çekmek gerek.
  • Kabaca 250 milyar galaksi yapar. Her birinde ortalama 400 milyar yıldız olsa yüzbin kere milyar kere milyar yapar. Somut hayatta böyle bir büyüklük yok ama… dünyadaki her bir kum tanesine bir yıldız düşüyor desek aşağı yukarı bir fikir verebilir.
  • Gelelim gezegenlere. Güneş sistemi dışındaki gezegenleri saptamak 20-25 yıldır mümkün ve bu gezegenler çok nadir değil. Oldukça mütevazi bir tahminle ortalama her yıldıza bir gezegen düşse yine muazzam bir gezegen sayısı ile karşılaşıyoruz.
  • Dünyadaki insanlar bu gezegenleri paylaşmış olsa, her birimize 10 trilyon gezegen düşüyor yani milyar kere on bin! Evet, hepsi hayat barındıracak yapıda değil: Gaz ve tozdan ibaret olan var; zehirli atmosferi olan; çok sıcak; çok soğuk… Ama milyarda bir ihtimal bile olsa yine binlerce “dünya” yapar.
  • Peki ama nerede bu uzaylılar?

Read the rest

10 yıl sonra şimdi ya da yeniden başlamak için bitirmek »

Derindusunce.org’a yazdığım ilk yazı 31 Mart 2012 târîhini taşıyor. Bu vedâ cümlelerini ise 3.3.21 saat 01:02 sularında karalamaya başladım. Peki, on yıl ifâdesi nereden çıktı?

Aşağı yukarı on yıl evveldi, birkaç yıldır sürdürdüğüm yoğun ve el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan okumak gayretimi, ciddîye alınır metinleri hatmetmeye evirdiğim zamânlar. Blog yazarlığının patladığı, kısaca mürekkebe boğulduktan, görüntüye bulandıktan sonra şimdi de “günlük formunda nefsî tatminlerimizi” sere serpe ağlara boca ettiğimiz zamânlardı. Derindüşünce, düşe kalka yürüyerek ve bolca çirkin kurbağalar öperek ilerlediğim karanlık ormanda en aydınlatıcı fenerlerimden birisi oldu diyebilirim. Şüphesiz ki Mehmet Yılmaz da. Dolayısı ile bir başlangıcı olan bu serencâmın bir de encâmı olmalı diye düşündüm, bekâya erememiş, fenâ âleminde kalan her şey gibi.

O vakitler, entelektüel dünyâmızdan, yazılarını okuduğum epeyce insânla tanışma fırsatı buldum. Maalesef çok azında hayâl kırıklığına uğramadım. Sebebine gelince, açıklayayım: Yazdıkları hemen her şeyin yaşadıkları olduğunu düşünerek, söylediklerine, büyük bedeller ödeme bahâsına uydum. Çok kere ay boyu odamdan çıkmadım, okulu astım, en yakınlarımı kırıp döktüm, 18-28 yaş aralığımı neredeyse yaşamadım, ancak soludum çünkü sâdece okumam, öğrenmem ve eksiklerimi kapatmam gerektiğine inanmıştım. Onun hakkını elimden geldiğince vermeye çalıştım. Bunun bir değeri olup olmadığını ağyârda, taşrada aramamıştım ki peşîmân olacaktım.(Her günüm bunların şahsıma ve çevreme zarâr verdiği gerçeğiyle yüzleşmemle geçti, geçiyor.) Mezkûr tavsiyelerin bulunduğu metinlerin çoğununsa günlük yazıları yâhût deneme derlemelerini toplamak için dolgu malzemesi işlevi gördüğünü geç anlamıştım.

Read the rest

Netflix öldürülebilir mi? »

Not: Burada bahsedilen ekonomik verilerle ilgili grafikleri görmek isterseniz silsileyi buradan okuyabilirsiniz.

  • Netflix garip bir şirket. İpin ucunu çekince Amerikan vakıflarının Türkiye’deki misyoner faaliyetlerine, oradan Aytunç Altındal’ın uyuşturucu ve terörle ilgili bazı açıklamalarına kadar uzanıyor. Kapağı kenarından kaldırıp bakalım bu gece…
  • Netflix abone sayısı 200 milyon. Firma içerik üretimine 18 milyar dolar harcadı. Borsada (NASDAQ: NFLX) hisse senedi 10 senede 20 katına çıktı.
  • Fakat Netflix meselesi ekonomiden ibaret değil. Sinema özellikle kitap okumayan geniş halk yığınları için tek bilgi(!) kaynağı. İnsanlar tarihi olayları filmlerde gördükleri gibi gerçekleştiğini zannediyorlar. Uluslararası ilişkiler, terörle mücadele, “şeytan devletler” de filmlerden öğreniliyor(!)
  • Sinemanın öğretici(!) gücü o kadar büyük ki, ABD savaş istemeyen halkını 2ci dünya savaşına ikna etmek için Hollywood’u seferber etti. Vietnam yenilgisini silip bunu kolektif hafızaya bir zafer gibi yeniden yazmak için de sinemaya milyarlar yatırdı.
  • Sinemanın bir başka özelliği de toplumun değerlerine yahut menfaatlerine aykırı olan şeyleri iyi gösterebilmek; olmazsa en azından normalleştirmek. Çocukların cinsel istismarı Netflix’te normalleşiyor; kutsal metinler yeniden yazılıyor; ABD’nin sevmediği liderler şeytanlaşıyor…
  • Bildiğiniz gibi siyasette ve ekonomide algıları yönetmek, gerçekleri yönetmekten daha önemli.
  • Yüzmilyonlarca insanın algısına bu derecede hakim olan bir şirket sadece ekonomik değil siyasî bir mesele olarak da incelenmeli. Aralarında Netflix’in de bulunduğu 6 şirketin piyasa değeri neredeyse bütün ülkelerin GSMH’sını geride bıraktı.

Read the rest

Dünyaya nasıl reset atılır? »

Read the rest

Bilgi kimin malıdır? Bilimsel yayın mafyası ve çözümler… »

  • %35 kârlılık oranı ile Londra borsasındaki rakiplerinin 4 katı kâr eden bilimsel yayın Elsevier. Dünyadaki bütün bilimsel yayınların %17’sini elinde tutuyor.
  • Eğer Elsevier’e 3 büyük rakibini yani Springer Nature, Wiley Blackwell’s ve Taylor & Francis’i eklerseniz bilimsel yayın piyasasının %40’ını teşkil eden bir kartel görürsünüz… Bir dakika… “Bilimsel yayın piyasası” mı dedik?
  • Hani bilim insanlığın malıydı? Hani insanlık ilerliyordu? Yoksa bilim özelleştirildi de bizim haberimiz olmadı mı?
  • Elbette bilime yatırım yapan ülkelerin ve şirketlerin ilerlemesine, zenginleşmesine itiraz etmiyoruz. Biz burada halkın vergileriyle üretilen bilimsel bilginin üzerine bedavadan konan bir mafyayı sorguluyoruz.
  • Bu bilimsel yayınlara ödenen abonelik ücretinin 8.1 milyar € olduğunu söylesek… Meselenin ciddiyeti biraz daha iyi anlaşılır mı? Peki dükkân sahibi işleri nasıl yürütüyor?
  • Bilimsel yayınlar araştırmacılardan makale göndermesini istiyor. Gelen makaleler başka araştırmacılar tarafından inceleniyor (peer review) ve bir not veriliyor. Yayın evi için bu inceleme de makale gibi genelde bedava. Ama yüksek notlu makaleler bir dergide toplanınca? Dergi parayla satılıyor.
  • Yani çoğu devlet üniversitelerinde ve devlete ait araştırma kurumlarında çalışan araştırmacıların ürettiği bilimsel bilgiye erişmek paralı. Özel üniversitelerin bile çoğu devletten yardım alıyor. Sonuçta en azından o ülkenin halkına ait bir bilgi sermayesi bu. Ama çalıntı olarak satılıyor.
  • Kanser tedavisi, çevre kirliliği, ekonomik sorunlara çözûm önerileri… Yani tek tek ülkeleri ve bütün olarak insanlığı ilgilendiren bilgi sermayesi ipotek altında. Her ay 12 milyon araştırmacı SCIENCE DIRECT sitesine bağlanıyor; sahibi Elsevier. Belge sayısı? 13 milyon!
  • Son 25 senedir bilimsel yayınlara abonelik ücreti her yıl %7 artıyor. Oysa kağıt yayın azaldığı için üretim, depolama, dağıtım masrafı sıfıra yakın. Neden rekabet yok peki? Bazı dergiler fiyat düşüremez mi? Fiyat artışında bir anlaşma kokusu var. 20 sene, her sene +%7. Tesadüf?
  • İngiltere’de 2010-2015 arasında bilimsel yayınlara harcanan abonelik ücreti %55 arttı. Fransa’daki üniversiteler ve bilimsel araştırma kurumları bilimsel yayınlara 110 milyon € harcadı.

Read the rest

Alüminyum neden önemli? Sorunlar ve çözümler… »

  • Demir ve bakır ile mukayese edilemeyecek kadar genç bir metal; saflaştırılması 1800’lerin başı. Uçak gövdesi, diş macunu tüpü, inşaat, gıda, diş dolgusu… Alüminyum her yerde.
  • 2014’te 300 milyon tondan fazla boksit cevheri üretilmiş. Saflaştırmadan sonra elde kalan 50 milyon ton alüminyum. Elektroliz yoluyla endüstriyel saflaştırmanın yaygınlaşması 1880’lerde başlamış. 10 sene içinde arıtma malieti 20’ye bölünmüş. Jeopolitik sonuçları haiz, yapısal bir devrim! Neden?
  • Hafif, esnek, iletken, paslanmaya dayanıklı… Uçak gövdesi gibi stratejik donanım için ideal. Üretim ve saflaştırma için gereken büyük enerji miktarı sebebiyle küresel dengeleri etkileyecek bir enerji talebi. Önceleri kömür, sonra kömür elektriği ve nihayet nükleer enerji.
  • Bugünkü şartlarda endüstrileşmiş bir ülkenin alüminyum ihtiyacını karşılamak için gereken enerji bir nükleer santral kadar. Tabi İzlanda gibi istisnalar var. jeotermal enerji zengini bu ülke 2013’te 800.000 ton alümniyum üretti; GSMH’sının %15’i bu metalden geliyor.
  • İzlanda’nın 3 alüminyum döküm fabrikası, 300.000 vatandaşın 5 katı elektrik tüketiyor. Yani dediğimiz gibi, istisnaî bir durum. Peki jeotermal enerjinin temiz olması, alüminyumu aklamaya yeter mi? Hayır. Çünkü boksitten alüminyum üretirken “kırmızı çamur” denen atık çıkıyor. Nedir?

Read the rest

Kazım Karabekir Anlatıyor / Uğur Mumcu »

Sayfa 83 ve 84:

”Diğer taraftan da Ankara’da yeni bir hava esmeye başladı: İSLAMLIK TERAKKİYE (ilerlemeye) MANİ İMİŞ! Halk Fırkası lâ dini (DİN DIŞI) ve lâ ahlâki (AHLAK DIŞI) olmalı İmiş!.. Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi Almanya tarafında bulunarak mağlup oldukları halde istiklallerini muhafaza ediyorlarmış.. Medeniyete girmişlermiş.. TÜRKİYE İSLAM KALDIKÇA Avrupa ve İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı İslâm olduğundan, bize düşman kalacakmış. Sulh yapmayacaklarmış. 10 Temmuz 1923’de Ankara İstasyon’undaki Kalem-i mahsus binasında fırka nizamnamesini müzakereden sonra Gazi ile yalnız kalarak hasbıhallere başlamıştık. — ‘DİNİ VE AHLAKI OLANLAR AÇ KALMAYA MAHKUMDURLAR..’ dediler. Kendisini hilâfet ve saltanat makamına lâyık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan din ve namuslehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla lâtife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen M. Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şu izahatı verdi: — DİNİ VE NAMUSU OLANLAR KAZANAMAZLAR, FAKİR OLMAYA MAHKUMDURLAR. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. ONUN İÇİN DİN VE NAMUS TELAKKİSİNİ KALDIRMALIYIZ. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur..”

Sayfa 97 ve 98:

Karabekir, o günlerde, Ankara’nın Keçiören semtinde ”Kubbeli Köşk” diye bilinen bir küçük köşkte kira ile oturmaktadır. 19 Ağustos 1923 günü M. Kemal, Lâtife Hanım ve İsmet Paşa bu köşke yemeğe gelirler. Yemekte tartışma çıkar. Tartışma Karabekir ve İsmet Paşa arasındadır. M. Kemal, tartışmayı sessizce izler. İsmet Paşa müthiş bir inkılâp hamlesi teklif etti: — HOCALARI TOPTAN KALDIRMADIKÇA hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkılâbı yapmazsak hiçbir zaman yapamayız.. ilk Fethi Bey grubundan işittiğim bu yeni inkılâp zihniyetini İsmet Paşa’da bir çırpıda tamamlıyordu. Aradaki zaman fasılaları kendiliğinden ortadan kalkarak bu üç şahsiyetin üç maddelik programı kulaklarımda tekrarlandı: 1 — İSLAMLIK TERAKKİYE MANİDİR. 2 — ARAP OĞLUNUN YAVELERİNİ (peygamberimizin -estağfirullah el azim- saçmalıklarını) Türklere öğretmeli. 3 — HOCALARI TOPTAN KALDIRMALI.

Sayfa 93 ve 94:

Read the rest